Rezilliklere, ahlaksızlığın her çeşidine “Dur!” demenin şart olduğu dönemdeyiz. Hiçbir şeye karışmayan, nemelazımcı, suya sabuna dokunmayan yapı “dindar” geçinenlerde çoğaldı, yerleşti, alıştırıldı. Yaşadığımız salgın (pandemi) farkında olalım olmayalım bizleri egoistleştirdi. Bildiğimiz meşhur hadis-i şeriflerle de amel etmez duruma düşürdü. Evlatlarımız, yavrularımız, gençlerimiz üzerinde oynanan oyunlardan habersiz davranışlarımız, tehlikeleri görmeme asıl “engelli/özürlü” olanların kimler olduğunu da ortaya koydu.
Tabii en çok üzüldüğümüz taraf da Müslümanların istikametini değiştirmeleri, millî ve manevi tahribe, yıkıma gereken ‘faaliyet cevabı’nın verilmeyişidir. Elde etmek istedikleri hedef de ahlâksızlık, rezillik, edep ve hâyânın kaybettirilişi. Yaptıklarının da kılıfı; her zamanki nakaratları. Özgürlük, hak hukuk, demokrasi, laiklik, vs. Erkek erkeğe evlenmekten tutun ‘belhüm edal’ olmak istemeleri, nefsin emrine girerken iradelerini kullanamaz hâle getirmeleri de ayrı bir hicrandır. Arzu ve isteklerin (nefslerinin) kulu olmuşlar, bu kulluğu da iftihar vesilesi sayıyorlar. Bu güruha “özgürlüğün Allah’a kulluk” ile başladığını anlatamazsınız. Arzu ve isteklerinin, nefsinin kulu ve kölesi olanlar, kendi kutsallarından habersiz yetişen/yetiştirilenler ayrı bir hüzün, onlarla beraber hareket edenler de ayrı bir başka hüzün. Bu haleti ruhiye içinde fıtratımızla (yaradılışımızla) ilgili müracaat kaynağımız; Kur’an-ı Kerim ve Sünneti Seniyye’dir.
İnsan her zaman insan. İnançlarıyla, aklıyla, fıtratıyla, ruhuyla, duygularıyla, meziyetleriyle-zaaflarıyla, gelişmesiyle, öz değeriyle, acılarıyla, sevinçleriyle, hasretleriyle, mutluluğuyla, denge özellikleriyle mazhariyetleriyle, maddi-manevi bütünlüğüyle insan.
Aktüalite hepimizi meşgul ediyor. Dinimiz İslâm, insan fıtratı üzere bir dindir. Fıtrî (yaratılıştan olan, tabiî, doğuştan) özelliklerini kaybeden/kaybettirilen insan;
Âyetin “Allah’ın yaratışında değişme/değiştirilme olmaz. (Değiştirilemez.)” Veya “Allah’ın yaratmasının yerine başka şey konamaz, alternatifi yoktur” şeklinde anlamak da mümkündür. Peygamberimizin şu hadisi, din duygusunun fıtrî olduğunu, fakat kişinin içinde yetiştiği çevrenin ve özellikle ailenin bu duygunun şekillenmesi ve gelişmesinde veya geçici olarak yahut bütünüyle körelmesinde önemli etkiye sahip bulunduğunu göstermektedir: “Her çocuk fıtrat üzere doğar. Sonra ana babası onu Yahudi, Hıristiyan veya Mecûsî yapar.” Bu cümle ile ilgili başlıca yorumlar şöyle özetlenebilir:
Allah’ın esas yaratışı olan fıtratın gereği dışına çıkarak onu bozmaya, değiştirmeye kalkışmayın, çünkü onun yaratışına bedel bulunmaz, zayi ettiğiniz bir kabiliyeti hiçbir sanat ve çabayla yerine koyamazsınız. Allah’ın yarattığı fıtrata uygun olmayan bir din uydurmaya, ahkâm koymaya kalkışmayın. Allah’ın yaratmasını başkalarına isnat etmeye, başkalarını da yaratıcı yerine koyup şirk koşmaya yeltenmeyin. Zira Allah’ın mülk ve hâkimliği sizinkiler gibi değişikliğe uğratılamaz. Din, fıtratı değiştirmek için değil fıtrattaki genel selâmeti geliştirmek içindir. Allah Teâlâ insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa kendisi onda bir değişiklik yapmaz. Zihin işgalinden kurtulamayan, Batı’nın kavramlarıyla düşünen Batı’nın uşaklığını yapanlara; anlamak, düşünmek, hissetmek, hidayet yolculuğuna çıkmak, o adımları atmak ümidi/beklentisi boşuna. Sağlıklı bir zihin yapısıyla etrafımıza baktığımızda şu soruları sormak ayrı bir önem kazanıyor.
Hayatımız; fıtrata aykırı bir faaliyet içinde geçmiyor mu? Üretirken tükenip, temizlenirken kirlenmiyor muyuz? Beslenirken zehirlenip, yaparken bozmuyor muyuz? Dinlenirken yorulup, okurken cahilleşmiyor muyuz? Teşrifat, mefruşat, şatafat, merasim, koşuşturma, gürültü, patırtı, internet, televizyon… Hepimize ayrı bir kompozisyon halinde yüklenmiyor mu? Direncimiz gittikçe azalıp, mukavemet gücümüzü kaybetmiyor muyuz? Düşünerek yaşamadığımız için, yaşadığımız hayatı da düşünmüyoruz. Etkilemekten ziyade etkilenmekteyiz. İç dünyamıza her geçen gün değişik metotlarla müdahaleler devam ediyor. Dijital zihin işgaline ‘dur!’ diyecek gücümüz de, direncimiz de yok! İnsanın özüne-ruhuna yabancı kalan her ilgi, bir boş çabadır, çırpınıştır. Haberde de öyledir, ilimde de, sanatta da, düşüncede de. Nankörlük (küfrân-ı nîmet), kişinin kendisine yapılan iyiliğin değerini bilmemesidir. Fıtratını besleyen, o çizgide buluşan/buluşturulan nimetin şükürsüzlüğü, nankörlüğü! Şükrün zıddı olan, nimetlerin gerçek sahibini tanımamak ve ondan bîgâne kalmaktır. İnsanın en büyük nankörlüğü ise Rabbine karşıdır.
Allah’ın, bütün varlıklardan farklı olarak yaratma planına dâhil ettiği, varlıkları akletme yeteneğiyle donattığı, dünyayı imar etme sorumluluğunu omuzlarına yüklediği ve bütün bunları gerçekleştirmenin onurunu hissetsin diye özgür kıldığı insanın, farklı gerekçelerle özgürlüğü budanmakta, evrendeki ayrıcalıklı yerini borçlu olduğu yeteneği elinden alınarak içgüdüleriyle davranan robot bir varlığa indirgenmektedir.
Ebu Cehil’in asıl adı olmadığını, üç beş dil bilen, Peygamberimizin Müslüman olmasını istediği (iki Ömer’den birinden biri) Mekke’nin eşrafından, bilgili ve kültürlü simalarından olduğu halde “fıtratını kabul etmediği, fıtratın dışındaki hayatı tercih ettiği için” Ebu Cehil olarak (Cehaletin Babası) bilinmesini hatırlatıyorum. Yapılan iğrençliklere tepkisizliği, menfaatleri için beraberlikleri, eylemlerinden dolayı bunları; Ebu Cehil’lerin temsilcileri olarak görüyorum. Belki düşünüp “amel edilir, fıtratına dönülür” diye şu ayet mealiyle bitiriyorum.
“Sen insan fıtratına uyan yolu tut. (İslâmî kurallarla örtüşen örfü, ilmî verileri, mü’minlerin tasvip ettiği, icrasında hayır gördüğü planları, programları, adâleti uygulayarak kamu düzenini sağla.) İyi olanı emret ve haddini bilmezlere aldırma! (Bilgiden, muhakemeden uzak, tutarsız davranışlarda bulunan cahillerin faaliyetlerine karşı tedbir al)” (7 A’raf 199)