Yaşadığımız dünyada kimi zaman zaruri ihtiyaçlarımız, kimi zaman bizi rahatlatan imkânlar kimi zaman da hayatımızı güzelleştirdiğini düşündüklerimiz için koşuştururuz.
Dinin, canın, aklın, neslin ve malın korunması gibi zaruri ihtiyaçlar karşılandıkça rahat ve estetik olanı, toplumsal kabul göreni de arıyor, istiyoruz. Barınma ihtiyacı lüks konut talebine; sağlıklı olma isteği güzellik ve hep genç kalma arzusuna evriliyor. İhtiyaçlarımız giderildikçe kendimizi daha muhtaç, sahip olduklarımızı daha eksik buluyoruz. Çünkü yaşadığımız dünya insan hayatına ait her alanı pazar kabul etmekte.
Tüketmek üzerine kurgulanmış bu dünyada ihtiyaç ve eksiklerin bitmesi ise mümkün değil. İnsanoğlu daha doğmadan başlıyor ihtiyaç listesi hazırlanmaya. Giyiminden, yemesine, içmesine, sağlık ve estetik giderlerine kadar pek çok meta, asli ve zaruri ihtiyacı kabul ediliyor. Toplumsal kabuller, reklam ve tüketim kültürünün tesiri ile “ihtiyaç” tasavvurumuz bütünüyle başkalaşıyor.
İhtiyaç ve isteklerin, zorunlu ve biyolojik olmaktan öte toplumsal değerlere göre belirlenmesinden kaynaklanmaktadır.
Dolayısıyla “gerçek ihtiyaç ile ihtiyaç hâline getirilen arasındaki ayrım da kaybolmuştur.” Bu ise hem kendimize, fıtratımıza yabancılaşmamıza hem de tüketim konusunda dengemizi kaybetmemize neden oluyor.
Zira neyin asli ve zaruri ihtiyaç neyin ihtiyaç olarak dayatılan olduğunun ayrımını yapmak iyice güçleşmekte… Teknolojideki gelişmeler ve haberleşme imkânlarının artışıyla dünyanın farklı coğrafyalarında farklı kültür ve dinî mensubiyetleri olan insanların ortak zaruri ihtiyaçlardan söz edebiliyor olması bunun en bariz delili belki de.
Emanete hikmet ve rahmet nazarıyla bakmak. Kendimize yabancılaşmaya sebep olan “ihtiyaç” anlayışımızdaki bu farklılaşma, eşyaya ve dünyaya bakışımızı da alabildiğine değiştiriyor. İslam dininin dünyayı insanın hizmetine verilen bir nimet, yeryüzü ve gökyüzündeki her şeyi insanın koruması gereken bir emanet olarak kabul etmesi dünyaya ve eşyaya bakışı şekillendiren temel bir hareket noktası iken, bugün dünya ve onun kaynaklarından yok etmek pahasına azami şekilde istifade edilmelidir fikri baskın.
Yeryüzüne sığamayan insanın gökyüzünde, gezegenlerde yeni yerleşim yerleri oluşturma çabası, kaynakları hoyratça ve sonuna kadar kullanma azmi artık dünyanın bir anlam ve değer ifade etmediği sadece bir meta olarak algılandığı egoist bir bakışın neticesi. Oysa hayati önem olan su, hava, toprak, bitki, hayvanlar, petrol ve doğalgaz gibi kaynaklar sadece yaşanılan çağın ve bu kaynaklara sahip olanlara değil tüm zamanlar boyunca bütün insanlığa ve canlılara ait.
Ve bu kaynaklar kendisinden istifade edilen bir meta olmasının yanı sıra, insanı Allah inancına ulaştıracak yaratılışa dair muazzam nişaneler içeren ayetler aynı zamanda. Kendisine yemin edilen yıldızlar, denizler, gökyüzü, yeryüzü; ismen kutsal Kitabımızda yer alan madenler, nebatat ve hayvanlar insana emanet. Ve inanan kişi dünyaya tasavvurunu bu “emanet” şuuru üzerinde inşa etmeli. Kaynakları kullanımında göstereceği özen ve ölçülülük bu emaneti koruma şuurunun bir sonucu olacak aslında.
Sınırsız talepler, sınırlı kaynaklar İnsana emanet bu nimetler sınırlı ve tükenebilir özellikte. İhtiyaçlar alabildiğine artarken dünyanın kaynakları azalıyor ve insanın hırsları yüzünden tahrip oluyor çoğu zaman. Dünyanın bir yanında aşırı tüketim, lüks yaşam hâkim iken diğer yanında açlık ve susuzluk normal kabul edilebiliyor.
Çocuk yaşta açlıktan ölümlerin yaygın olduğu, sıradan kabul edildiği coğrafyalar karşısında şişmanlık ve obezite ile mücadele eden ülkeler var aynı dünya üzerinde aynı zaman diliminde. Azalan su kaynaklarına karşın artan su tüketimi, kirletilen sular, boşa harcanan enerji kaynakları, bozulan ekolojik denge ve nihayetinde kaybeden insanlar ve aslında insanlık...