ELEKTİRK
Yaşar Değirmenci
Köşe Yazarı
Yaşar Değirmenci
 

Peygamber Efendimizin doğum ayındayız, nefs muhasebesi yapalım

Her geçen günde, her yaşanan olayda, her açmazımızda, her çıkmazımızda Peygamberimizin mesajına, tebliğine, telkinine, irşadına ihtiyacımız olduğunu bugün daha iyi anlıyoruz. Rebiulevvel ayına girmiş bulunuyoruz. Bu aya her girişimiz bizlere Mümin kimliğimizi, “Elhamdülillah Müslümanım” derken de her hal ve şartta dinimizi yaşamamız gerektiğini hatırlayarak kandil gün ve gecelerde değil, hayat tarzımız olduğunu unutmayacağız. Mazeretlere sığınmadan, imtihan günlerinin getirdiği maddi manevi sıkıntılarımızı, ekonomik, sosyal ve kamuda yaşadıklarımızın da geçici olduğunu bu geçici fâni dünyada yapacağımız salih amellerle cennetin amelleriyle ebedî hayata giden yolculuğumuzu tamamlarız İnşaallah.  Gitgide ilkesizleşen, gücün ve güçlünün zorbalıkla sözünü dinlettiği bir dünyada zulmün, ahlaksızlığın, güvensizliğin yayıldığı bu “cinnet toplumu”nu ancak vahyin inşa ettiği, sünneti çağa taşıyan insanlar ‘cennet toplumu’na çevirebilir.  “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de gerçekten iman etmiş sayılmazsınız” diyen; mümini tarif ederken de “seven sevilen, dost olan, dostluk kuran olmalıyız. Sevmeyen, sevilmeyen de dost olmayan ve dostluk kurmayan da hayır yoktur” uyarısında bulunan bir Peygamberimizin doğum ayında bulunuyoruz. Bir yere yönetici gönderirken “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız; müjdeleyiniz nefret ettirmeyiniz” buyuran bir Peygamberimiz var.  Her veladette Mekke’yi, Medine’yi, Kâbe’yi, Taif’i, Huneyn’i, Hayber’i, Hudeybiye’yi bir “şuur hali” içerisinde hatırlayalım. Verilen mücadele ve imtihanların benzerlerini bugün yaşayıp yaşamadığımızı sorsak kendi kendimize. Nerede durduğumuzu sorgulasak. O kırılan, temizlenen putların çağımızdaki cahiliyesinden nasıl kurtulacağımızı düşünsek. Cinsellik, zevkperestlik, magazin, futbol, şehvet-şöhret-makam-mevki, kısaca dünyevîleşme putlarına insanımızın esaretinin sürüp sürmediğine bir kafa yorsak. O günlerin putlarından zihinlerin putlarına kadar yaşanan süreci hatırlasak, sonra da o hayata kurban edilen nesilleri. Kimseyi değil, kimsenin imanını değil; kendimizi yargılasak önce. Yara-bere içindeyiz. Yüreği ezilmiş, eller, ayaklar, gözler, kulaklar yaradılış misyonundan kopmuş. Zihinler paramparça olmuş. İnsanî yönler kaybolup insanlık çöle dönmüş adeta… Sevgili Peygamberimizin veladeti (doğumu) kendimize dönmemizin vesile günleri olamaz mı? Silkinmemizin, iç muhasebe yapmamızın “zor zaman”ı aşmamızın, fıtratımıza uygun yolun adımlarını atmamızın günleri olamaz mı bugünler. “Sadece iman ettik demekle cennete gireceğinizi mi sandınız?” sualini soran Rabbimizin bu sualine hangi salih amellerimiz cevap olacak? Peygamberimiz ne verdiyse onu alan, neyi yasakladıysa ondan kaçınmanın adımlarını atıp, Dinin “samimiyet” olduğunu idrak edemez miyiz? “Gevşemeyin, üzülmeyin, inanıyorsanız mutlaka üstünsünüz” âyetinin yüreklerimizde bir inşirah, bir sevinç, bir fetih olacağının şuurunu kazanamaz mıyız? Bizler de her türlü dar bir mağaraya sıkıştırıldığımızda, birbirine sokulmuş iki dost gibi, “Lâ Tahzen! İnnallâhe me ana! Üzülme, Allah bizimle beraberdir” tevekkülüyle yaşayamaz mıyız? Her hal ve şartta Allah’a güven duyamaz mıyız? Peygamber Efendimizin doğum ayındayız nefs muhasebesi yapalım.  Hz. Enes anlatıyor: “Medine’nin çocuklarından herhangi küçük bir çocuk bile Rasulullah’ın elinden tutsa, onu istediği yere çeker götürür ve Peygamberimiz ondan elini geri alamazdı.” Bugün de bırakmadan tutacağımız bu şefkat “el”ine, bu “merhamet el”ine o kadar muhtacız ki! Bu “el”in sahibi öyle bir hayat yaşamış ki, nefes alışından, adım atışına, gülümseyişine varıncaya kadar hikmet dolu bir hayat. Tek bir sözü ümitsizliğe çözüm, tek bir davranışı anlaşmazlıklara hakem. Öyle bir hayat ki, üzerinde tek leke bulunmayan, erdemin nakışlarıyla süslü bir güzellik örgüsü… Öyle bir hayat ki, tebliği (mesajı) hâlâ asırlar öncesinden günümüze geliyor. Samimi, saf, temiz. Bir insan kalbinin incitilmesine, bir ağaç dalının kırılmasına razı olmayan bir yüce kalp. Allah Rasulü’nün kalbi. Hâlâ ışık tutuyor bugün de insanlığın yoluna. Bütün zamanları kucaklayan; sınırları, iklimleri aşarak insanlığı kurtuluşa, kardeşliğe, hakka-hukuka çağıran, yeni, yepyeni, taptaze, hayat ve gerçek dolu ses hâlâ O’nun sesi. Hâlâ tek ışık, tek ümit, tek hasret O! Kuraklıktan çatlayan topraklar yağmura nasıl hasretse, inleyen hastalar sabahı nasıl beklerse, bugün de bir sağanağı içecek kadar susamış sevgisiz ve yalnız kalmış kalpler O’nu öyle arıyor! Kimseyi mahcup etmeyen, incinmeyen, incitmeyen, kırmayan, O’ydu. İnsanların sevinciyle sevinen, O’ydu! O’ydu herkesin ıstırabıyla yanan. Saygı uyandıracak ne varsa, saf olan ne varsa, iyi, sevimli ne varsa, O’nun hayatını doldurmuştu. En karanlık geceler O’nunla aydınlandı.  Biz de uzatsak ellerimizi çağın yetimlerine, öksüzlerine, kimsesizlerine, itilmiş-kakılmışlarına. Biz de desek ki: Ben de kayıtsız şartsız teslim oldum âlemlerin Rabbine! Ben de güneş gibi olacağım; yalnız kuzuların değil, sırtlanların üzerine de doğacağım, yalnız güllere değil, ısırganlara da yayacağım ışığımı! O nur merkezinden bir hat çekeceğim hayatıma. Dönüştüreceğim evlerimizi cennetten bir şubeye. Mutlaka yapmamız gereken sorumluluklardan kaçmayacağım. Kendimizi imtiyazlı olma tehlikesinden kurtaracağım. Bu hususta Peygamber Efendimizin, “Ey Muhammed’in kızı Fâtıma! Kendini ateşten koru! Çünkü ben, Vallahi Allah’tan sana ulaşacak bir cezanın önüne geçip de seni koruyamam.” İkazlarını unutmayacağım. Bir Müslümanın ezilişine göz yummayacağım. Konforlu odalarımızdan duyuyor muyuz yetim, öksüz çocukların ağıtlarını? Görüyor muyuz anaların gözyaşlarını? Acaba bizler, Rasûlullah etrafında halkalanan insanlar gibi kenetlenebildik mi birbirimizle? Mahşerde, Allah huzurunda dizilecek ve bütünüyle şefkat, merhamet ve rahmet dolu bir yüreği yansıtacak insanlar gibi mi, yoksa kervan mallarına yetişebilmek için Rasûlullah’ı minberde tek başına bırakanlar gibi miyiz? Birbirini pekiştiren tuğlalar mıydık biz, yoksa bir gönüller enkazı mı? Birbirimizi sevmenin, iman kadar değerli olduğunu söyleyen oldu mu bize? Allah’ın “kardeş” olarak nitelemesini ne kadar önemsedik? Kardeş olmanın bedelinin ne olduğuna kafa yorduk mu hiç? Bir kişinin, bizim vasıtamızla İslâm’la buluşması, bizim için dünyadan ve oradaki her şeyden değerli görülüyor mu?   “Neredeyse kendini helâk edeceksin insanların Müslüman olmaları için” diye hitap edilen bir Peygamberin izinde insanlar olarak, insanların önüne cennet bahçeleri açmalıydık onları İslâm’a götürecek… Yoksa onlara İslâm’dan çok kendimizi mi pazarladık; kendi yanlışlarımızı, özürlerimizi, öfkelerimizi. İnsanları İslâm’a kazandırmaktan çok, bizim yüzümüzden onları İslâm’dan mı uzaklaştırdık. Sözümüzün, yüzümüzün, amelimizin bir tebliğ parçası olup olmadığını sorguladık mı bir kerecik? İnsanları “bu adam olmaz” diye dışladığımız oldu mu? İnsanlara daha çok cenneti mi lâyık gördük, cehennemi mi? İnsanları daha çok yaşatmayı mı öngördük, öldürmeyi mi? İslâm’ın kapısını açtık mı, kapattık mı? Oraya ulaşmayı kolaylaştırdık mı, zorlaştırdık mı, müjdeledik mi, nefret mi ettirdik? İnsanların bize bakıp İslâm’la ilgili kararlar verdiğini hatırımızda tuttuk mu? Günahları önleyen, iyiliği emreden, kötülükten meneden eğitimciler gibi miyiz? Genci, yaşlıyı, çocuğu, kadını, erkeği, işçiyi, köylüyü, memuru, okumuşu, okumamışı bütün ülke insanını, yanlış bilgilendirmelere karşı nasıl bir bilgi ile donatacağımızı araştırdık mı? Yoğun tartışma ortamlarında, geniş kitlelerin yüreğine zerk edilmek istenen şüphe bulutlarını dağıtmak için bir gayretimiz var mı? Tebliğ; bizim gündelik hayatımıza girdi mi? İslâm’ı insanla buluşturuyor muyuz? Her veladet, bu sorumluluk sorularına cevap doğumlarıyla hatırlanmalı. Yüreklerimiz kollanmalı. Çünkü; orası Allah’a yakınsa, orası Allah’a açıksa, orası Allah sevgisi ile doluysa, orası Allah’a aitse ötesi için endişeye mahal olmamalı. Çünkü hepimiz Allah’a aidiz ve O’na döneceğiz. (Devam edeceğim İnşallah…)
Ekleme Tarihi: 18 Eylül 2023 - Pazartesi

Peygamber Efendimizin doğum ayındayız, nefs muhasebesi yapalım

Her geçen günde, her yaşanan olayda, her açmazımızda, her çıkmazımızda Peygamberimizin mesajına, tebliğine, telkinine, irşadına ihtiyacımız olduğunu bugün daha iyi anlıyoruz. Rebiulevvel ayına girmiş bulunuyoruz. Bu aya her girişimiz bizlere Mümin kimliğimizi, “Elhamdülillah Müslümanım” derken de her hal ve şartta dinimizi yaşamamız gerektiğini hatırlayarak kandil gün ve gecelerde değil, hayat tarzımız olduğunu unutmayacağız. Mazeretlere sığınmadan, imtihan günlerinin getirdiği maddi manevi sıkıntılarımızı, ekonomik, sosyal ve kamuda yaşadıklarımızın da geçici olduğunu bu geçici fâni dünyada yapacağımız salih amellerle cennetin amelleriyle ebedî hayata giden yolculuğumuzu tamamlarız İnşaallah. 

Gitgide ilkesizleşen, gücün ve güçlünün zorbalıkla sözünü dinlettiği bir dünyada zulmün, ahlaksızlığın, güvensizliğin yayıldığı bu “cinnet toplumu”nu ancak vahyin inşa ettiği, sünneti çağa taşıyan insanlar ‘cennet toplumu’na çevirebilir.  “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de gerçekten iman etmiş sayılmazsınız” diyen; mümini tarif ederken de “seven sevilen, dost olan, dostluk kuran olmalıyız. Sevmeyen, sevilmeyen de dost olmayan ve dostluk kurmayan da hayır yoktur” uyarısında bulunan bir Peygamberimizin doğum ayında bulunuyoruz. Bir yere yönetici gönderirken “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız; müjdeleyiniz nefret ettirmeyiniz” buyuran bir Peygamberimiz var.  Her veladette Mekke’yi, Medine’yi, Kâbe’yi, Taif’i, Huneyn’i, Hayber’i, Hudeybiye’yi bir “şuur hali” içerisinde hatırlayalım. Verilen mücadele ve imtihanların benzerlerini bugün yaşayıp yaşamadığımızı sorsak kendi kendimize. Nerede durduğumuzu sorgulasak. O kırılan, temizlenen putların çağımızdaki cahiliyesinden nasıl kurtulacağımızı düşünsek. Cinsellik, zevkperestlik, magazin, futbol, şehvet-şöhret-makam-mevki, kısaca dünyevîleşme putlarına insanımızın esaretinin sürüp sürmediğine bir kafa yorsak. O günlerin putlarından zihinlerin putlarına kadar yaşanan süreci hatırlasak, sonra da o hayata kurban edilen nesilleri. Kimseyi değil, kimsenin imanını değil; kendimizi yargılasak önce. Yara-bere içindeyiz. Yüreği ezilmiş, eller, ayaklar, gözler, kulaklar yaradılış misyonundan kopmuş. Zihinler paramparça olmuş. İnsanî yönler kaybolup insanlık çöle dönmüş adeta… Sevgili Peygamberimizin veladeti (doğumu) kendimize dönmemizin vesile günleri olamaz mı? Silkinmemizin, iç muhasebe yapmamızın “zor zaman”ı aşmamızın, fıtratımıza uygun yolun adımlarını atmamızın günleri olamaz mı bugünler. “Sadece iman ettik demekle cennete gireceğinizi mi sandınız?” sualini soran Rabbimizin bu sualine hangi salih amellerimiz cevap olacak? Peygamberimiz ne verdiyse onu alan, neyi yasakladıysa ondan kaçınmanın adımlarını atıp, Dinin “samimiyet” olduğunu idrak edemez miyiz? “Gevşemeyin, üzülmeyin, inanıyorsanız mutlaka üstünsünüz” âyetinin yüreklerimizde bir inşirah, bir sevinç, bir fetih olacağının şuurunu kazanamaz mıyız? Bizler de her türlü dar bir mağaraya sıkıştırıldığımızda, birbirine sokulmuş iki dost gibi, “Lâ Tahzen! İnnallâhe me ana! Üzülme, Allah bizimle beraberdir” tevekkülüyle yaşayamaz mıyız? Her hal ve şartta Allah’a güven duyamaz mıyız? Peygamber Efendimizin doğum ayındayız nefs muhasebesi yapalım. 

Hz. Enes anlatıyor: “Medine’nin çocuklarından herhangi küçük bir çocuk bile Rasulullah’ın elinden tutsa, onu istediği yere çeker götürür ve Peygamberimiz ondan elini geri alamazdı.” Bugün de bırakmadan tutacağımız bu şefkat “el”ine, bu “merhamet el”ine o kadar muhtacız ki! Bu “el”in sahibi öyle bir hayat yaşamış ki, nefes alışından, adım atışına, gülümseyişine varıncaya kadar hikmet dolu bir hayat. Tek bir sözü ümitsizliğe çözüm, tek bir davranışı anlaşmazlıklara hakem. Öyle bir hayat ki, üzerinde tek leke bulunmayan, erdemin nakışlarıyla süslü bir güzellik örgüsü… Öyle bir hayat ki, tebliği (mesajı) hâlâ asırlar öncesinden günümüze geliyor. Samimi, saf, temiz. Bir insan kalbinin incitilmesine, bir ağaç dalının kırılmasına razı olmayan bir yüce kalp. Allah Rasulü’nün kalbi. Hâlâ ışık tutuyor bugün de insanlığın yoluna. Bütün zamanları kucaklayan; sınırları, iklimleri aşarak insanlığı kurtuluşa, kardeşliğe, hakka-hukuka çağıran, yeni, yepyeni, taptaze, hayat ve gerçek dolu ses hâlâ O’nun sesi. Hâlâ tek ışık, tek ümit, tek hasret O! Kuraklıktan çatlayan topraklar yağmura nasıl hasretse, inleyen hastalar sabahı nasıl beklerse, bugün de bir sağanağı içecek kadar susamış sevgisiz ve yalnız kalmış kalpler O’nu öyle arıyor! Kimseyi mahcup etmeyen, incinmeyen, incitmeyen, kırmayan, O’ydu. İnsanların sevinciyle sevinen, O’ydu! O’ydu herkesin ıstırabıyla yanan. Saygı uyandıracak ne varsa, saf olan ne varsa, iyi, sevimli ne varsa, O’nun hayatını doldurmuştu. En karanlık geceler O’nunla aydınlandı. 

Biz de uzatsak ellerimizi çağın yetimlerine, öksüzlerine, kimsesizlerine, itilmiş-kakılmışlarına. Biz de desek ki: Ben de kayıtsız şartsız teslim oldum âlemlerin Rabbine! Ben de güneş gibi olacağım; yalnız kuzuların değil, sırtlanların üzerine de doğacağım, yalnız güllere değil, ısırganlara da yayacağım ışığımı! O nur merkezinden bir hat çekeceğim hayatıma. Dönüştüreceğim evlerimizi cennetten bir şubeye. Mutlaka yapmamız gereken sorumluluklardan kaçmayacağım. Kendimizi imtiyazlı olma tehlikesinden kurtaracağım. Bu hususta Peygamber Efendimizin, “Ey Muhammed’in kızı Fâtıma! Kendini ateşten koru! Çünkü ben, Vallahi Allah’tan sana ulaşacak bir cezanın önüne geçip de seni koruyamam.” İkazlarını unutmayacağım. Bir Müslümanın ezilişine göz yummayacağım. Konforlu odalarımızdan duyuyor muyuz yetim, öksüz çocukların ağıtlarını? Görüyor muyuz anaların gözyaşlarını? Acaba bizler, Rasûlullah etrafında halkalanan insanlar gibi kenetlenebildik mi birbirimizle? Mahşerde, Allah huzurunda dizilecek ve bütünüyle şefkat, merhamet ve rahmet dolu bir yüreği yansıtacak insanlar gibi mi, yoksa kervan mallarına yetişebilmek için Rasûlullah’ı minberde tek başına bırakanlar gibi miyiz? Birbirini pekiştiren tuğlalar mıydık biz, yoksa bir gönüller enkazı mı? Birbirimizi sevmenin, iman kadar değerli olduğunu söyleyen oldu mu bize? Allah’ın “kardeş” olarak nitelemesini ne kadar önemsedik? Kardeş olmanın bedelinin ne olduğuna kafa yorduk mu hiç? Bir kişinin, bizim vasıtamızla İslâm’la buluşması, bizim için dünyadan ve oradaki her şeyden değerli görülüyor mu? 

 “Neredeyse kendini helâk edeceksin insanların Müslüman olmaları için” diye hitap edilen bir Peygamberin izinde insanlar olarak, insanların önüne cennet bahçeleri açmalıydık onları İslâm’a götürecek… Yoksa onlara İslâm’dan çok kendimizi mi pazarladık; kendi yanlışlarımızı, özürlerimizi, öfkelerimizi. İnsanları İslâm’a kazandırmaktan çok, bizim yüzümüzden onları İslâm’dan mı uzaklaştırdık. Sözümüzün, yüzümüzün, amelimizin bir tebliğ parçası olup olmadığını sorguladık mı bir kerecik? İnsanları “bu adam olmaz” diye dışladığımız oldu mu? İnsanlara daha çok cenneti mi lâyık gördük, cehennemi mi? İnsanları daha çok yaşatmayı mı öngördük, öldürmeyi mi? İslâm’ın kapısını açtık mı, kapattık mı? Oraya ulaşmayı kolaylaştırdık mı, zorlaştırdık mı, müjdeledik mi, nefret mi ettirdik? İnsanların bize bakıp İslâm’la ilgili kararlar verdiğini hatırımızda tuttuk mu? Günahları önleyen, iyiliği emreden, kötülükten meneden eğitimciler gibi miyiz? Genci, yaşlıyı, çocuğu, kadını, erkeği, işçiyi, köylüyü, memuru, okumuşu, okumamışı bütün ülke insanını, yanlış bilgilendirmelere karşı nasıl bir bilgi ile donatacağımızı araştırdık mı? Yoğun tartışma ortamlarında, geniş kitlelerin yüreğine zerk edilmek istenen şüphe bulutlarını dağıtmak için bir gayretimiz var mı? Tebliğ; bizim gündelik hayatımıza girdi mi? İslâm’ı insanla buluşturuyor muyuz? Her veladet, bu sorumluluk sorularına cevap doğumlarıyla hatırlanmalı. Yüreklerimiz kollanmalı. Çünkü; orası Allah’a yakınsa, orası Allah’a açıksa, orası Allah sevgisi ile doluysa, orası Allah’a aitse ötesi için endişeye mahal olmamalı. Çünkü hepimiz Allah’a aidiz ve O’na döneceğiz. (Devam edeceğim İnşallah…)

Yazıya ifade bırak !
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.