Her Müslüman “gönül adamı”dır. İbadetin verdiği şuur, bizi diri tutar. Etrafa ışık saçar, bulunduğu topluma bir güzellik katar. Başı dara düşenin aradığı adamdır Müslüman! İnsanımızın üzüntüsünü, sıkıntısını, sevincini paylaştığı adamdır. Derdi, sancısı, sızısı olan adam. Derdini seven adamdır. “Adam gibi adam”dır.
Bir Batılı “Bir tek kalbin kırılmasını önleyebilirsem boşuna yaşamış olmayacağım. Bir hayattan acıyı hafifletebilirsem ya da bir kuşu yeniden yuvasına koyabilirsem, boşuna yaşamış olmayacağım” diyebiliyorsa, ya bizde bulunması gereken incelik? İslam ahlakı ve Müslümanın zarafeti bir karakter haline gelmeli, tavır ve sözlerimize yerleşmeli. “Kabalık ve katılıktan hoşlanmam” diyen, mezarın üzerine atılan toprağı düzelterek bunun ‘ölüye faydası da zararı da yoktur. Ancak dağınıklık dirinin gözüne zarar verir. Allah, kul bir iş yapınca onu güzel yapmasını sever’ buyuran bir Peygamberin Ümmetindeki bu kabalık neyle izah edilebilir? Böyle bir tavrı müminlerde görmek insana hüzün veriyor. Müminin mümeyyiz vasfı nezaket ve zarafettir. Bunu kaybetmeyelim. İyilik, hayata mânâ kazandırır. İyilik öyle bir dildir ki hem dilsizler konuşabilir onunla hem de sağırlar işitir onu… Hayat bir iyilik yarışıdır ve sevmektir. Sevmek ise boş sözle olmaz. Sevmek ilgilenmektir. Sevmek bedel ödemektir. Zaman ayırmaktır. Paylaşmaktır. Yaşananlardan habersiz, vurdumduymaz olamayız. Derdimiz, sancımız, ızdırabımız, hassasiyetlerimiz, derdimiz olmalı. ‘Bîdert olanın derdine derman olunmaz’ sözü ne kadar güzel. Üretim-tüketim, alış-veriş, harcama, para, konfor, ihtiyaç, mefruşat, teşrifat vs. İnsan “nerede” insan. Dünyanın her hal ve şartta bir “imtihan dünyası” olduğunu unutmadan. Küçüğü ile büyüğü ile kazananı ile kaybedeni ile… Hastalığı-sağlığı, varlığı-yokluğu, kanaati-rızası, sabrı-şükrü, sevinci-üzüntüsü ile fânilikler içinde ebedilik arayışımızla devam edecek. Kazanılan “Allah Rızası” salih amellerle noktalanan iman yürüyüşü, “hayır insanı” olma gayreti belki muhtemel sınavlardan başarıyla çıkmamızın vesilesi olacak. Belki toplayacağız sokaklardan köprü altı çocuklarını. Uzatacağız ellerimizi çağın yetimlerine, öksüzlerine, kimsesizlerine, itilmiş-kakılmışlarına.
İslam kardeşliğini, fedakârlığı, vefayı, digergâmlığı, cömertliği hayata hâkim kılmamız gerekiyor. Fitne, fesat, dedikodu, gıybet, riya alıp başını gitmişse, Peygamberimizin buyurdukları veçhile: “Evimizin demirbaşı” olmamız icab ediyor. Tabii demirbaş olacak ev bulmakta, o eve kendini atacak insan bulmakta zorlaştı. Kaygan zeminde ayakta durmaya çalışıyoruz. Bu kaygan zeminde ayakta durmak da birbirimize sahip çıkmaktan, ‘safları sıklaştırmak’tan geçiyor. Tabii safları da vücutların, kolların, omuzların temasından ibaret görmeyip; sevinçlerin, hüzünlerin, acıların, dertlerin, sızıların hep beraber hissedilmesi olduğunu unutmamak! Yoksa metrobüslerdeki kalabalıklarda saflar bir hayli sıkışık(!).
Şer gibi gözükenler, hayır; hayır gibi gözükenler şer olabilir. En büyük saadetler, çekilen çilelerin kazanılan imtihanların sonucudur. İlkokul çocuklarının sorularıyla üniversite sınav soruları aynı mıdır? Hangi öğrenci “bu sorular zor, değiştirip sor!” diyebilir öğretmenine. Hangi hoca soruları cevap anahtarıyla dağıtır? Dünya sınavı bile böyle olursa ya ebedî hayatı kazanacağımız imtihan nasıl olur? Mevlana diyor ya “Gerçeği öğrendim bir gün... Ve gerçeğin acı olduğunu... Sonra dozunda acının, yemeğe olduğu kadar hayata da “lezzet” kattığını öğrendim.” Müslüman her hal ve şartta şanslıdır. Belalara musibetlere sabreder, mükâfatını alır. Nimetlere şükreder ecrini alır. O halde ikazlarla, dertlerle, sıkıntılarla ve belalarla beraber yaşamayı öğrenmeliyiz. Teknoloji her gün hayatımıza yeni imkanlar sunuyor! Peki, neden insanlık maddeten ve manen kan-revan içinde? Bu basitlik, bu yozlaşma, bu kirlenme, bu ufunet neyin nesi? ‘Rabbinsurnî alel gavmil müfsidîn.” (Ahlaki çürümeye yol açan şu topluma karşı bana yardım et!) duasına sığınma zamanı herhalde. Fakir, garip bir mümin: ‘Ya Rabbim, sana şükürler olsun, ben ne kadar zenginim’ dermiş. Duyanlar bu sözlere şaşar kalır, ‘Senin neren zengin? Bir abandan ve çarıklarından başka hiçbir şeyin yok ki’ deyince de, derin bir nefes alır, kollarını açar, tekrar havayı içine çeker, ‘Bütün bu hava benim değil mi? İstediğim kadarını ciğerlerime doldurmuyor muyum?’ der, yine ‘Ben ne kadar zenginim,’ sözünü tekrarlarmış. ‘Senin neren zengin?’ suali bir daha sorulunca da, tekrar kollarını açar, etraftaki ağaçları, çiçekleri, gökyüzünü gösterir, ‘Bütün bunları gözlerimle görebiliyorum. Bunlar benim sayılmaz mı, bu zenginlik değil de nedir?’ diye cevap verirmiş. Mutluluğun sadece maddenin satın aldığı şeylerle elde edilemeyeceğini ne zaman anlayacağız? Nimetler elimizden çıkmadan, ne zaman şükrünü eda edeceğiz? Bir şeyin şükrünün, o nimeti verenin arzusuna uygun yerde kullanmakla olduğunu ne zaman idrak edeceğiz?
Çocuklarımıza sadece paranın (maddi imkanların) temin edeceği lüks ile mutlu olmak yerine, bahşedilen nimetlerin farkına varmayı öğretebilsek, daha büyük bir iyilik yapmış olmaz mıyız? Hatta psikologlar ‘mahrumiyet eğitimi’nden bahsediyorlar. Varlık içinde yaşarken yokluğu bilmek! Sabır/kanaat/şükür istikametinde yürümeyi temin etmek.
Kendimizi aşmamız, nefsimize uymayıp olgunluk göstermemiz, vefalı olmamız, bizi biz yapan değerleri hayata hâkim kılmamız, kaybolan insanlığı bulmamıza vesile olacaktır. Lokman Hekim’in tavsiyesi üzere kendisine yapılan iyilikleri ve ölümü unutmayıp, kendisine yapılan kötülükleri ve kendi yaptığı iyilikleri unutacak seviyeye gelme kıvamını tutturmamız gerekiyor. “Örnek Olma”nın önemini kavrasak! Bizim yüzümüzden sun’î gündemler oluşmasa. Her halükârda dinimizi en iyi temsil etmenin, mukaddeslerimizden mahrum olanlara usül hatası yapmadan en güzel şekilde mesajlarımızı verebilmenin hassasiyeti içinde olsak. Dinimizi sadece ibadetlerden ibaret bir din olarak görmeyip, onun ahlâk-muâmelat boyutları olduğunu da hatırımızdan çıkarmasak.
Mesele ahlak meselesidir, sorumluluk şuuru meselesidir, tefekkür meselesidir, denge meselesidir. Kırdığın değil, kazandığın gönüllerdir o dünyada sana fayda sağlayacak olanlar. Paylaştığın ilmin, sanatın, aşın, ilim yolunda çektiğin yorgunluklar, Hak dostları sohbetleri, yapılan hayırlar, kendi aczini idrak edip Cenab-ı Hakk’ın azameti karşısında titremen, ibâdetlerin huzur ve sükûn veren hâli. Ölümden bile korkmayan halle hallenme. Mevlana’nın dediği gibi: “Sen ölümden korkma, kendinden kork; zira ölüm, dosta dost, düşmana düşmandır.” Bir başka gönül dostunun tavsiyesi: “Sen doğduğunda herkes güldü, sen ağladın; öyle bir hayat yaşa ki, sen öldüğünde herkes ağlasın, sen gül.” Çok bilmek değil, bildiklerimizle amel etmek, örnek olmak, dinimizi yaşamak/yaşatmak. Mesele bu!