Ne kadar zor bir mücadele döneminden geçtiğimizin farkında mıyız? Bu şartlardan kurtulmanın tek çaresi Allah ve Resulünün ölçüleriyle hareket etmektir. Şeklî dindar gözükenlerin yaptıkları yanlışlıkları dine mal edip dinden soğuma yerine dinimizi, Kitabımız Kur’an-ı Kerim’i ve onun uygulayıcısı ‘iki ayaklı Kur’an’ olarak vasıflandırılan Peygamberimizi sahih kaynaklardan öğrenmeden, öğrendiklerimizle amel etmeden kurtulamayız.
Ne kadar zor bir mücadele döneminden geçtiğimizin farkında mıyız? Büyük bir İstiklal ve Çanakkale savaşlarından, 1920 TBMM açılışından sonra tarihimizi, yapılanları, Cumhuriyetin ilanını, Tek Parti (CHP) dönemini, yapılan inkılapları, İstiklal Mahkemeleri marifetiyle idamla öldürülen yüzlerce hatta binlerce insanımızı, demokrasiye geçişi, demokrasi adı altında devrin Başbakanı ve iki Bakanının idam edilmeleri, vs. bütün bunları ilmî, objektif olarak konuşup yazamaz haldeyiz.
Hâlâ karma eğitimden kurtulamadık. Hâlâ özel Dini okullar açamadık. Hâlâ şahısların putlaştırılmasından kurtulamadık. Adam sağmış gibi anıt kabrinin başında deftere sanki bizim yazdıklarımızı okuyormuş gibi yazılar yazıp, heykellere selamlar çakıp, çelenkler koymaya devam ediyoruz.
27 Nisan’ları, 28 Şubat’ları yapanlar ayrı, sanki 15 Temmuz’u yapanlar ayrı askerlermiş gibi toplumu şartlandırmaya çalışıyorlar. Güzel ve milletinin, ümmetinin insanlığın faydası için çalışanların takdir edilip yardımcı olunması gerekirken, aynı düşmanların kin ve öfkesini taşıyanlarla, vatan/millet/devlet düşmanları veya ihanet içinde olanlarla, bu zihniyeti taşıyanlarla ne yapabiliriz?
Din devlet ayrılığı müdahalesizlik ve tahakkümsüzlük çerçevesinde, karşılıklı anlayış ve yardımlaşma istikametinde gerçekleşmelidir. Bizde uygulanan laiklik değil, dinin devlet denetiminde ve vesayetinde bulunması istemidir. Bunun en bariz delili, Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilatının mevcut durumunu kendi isteklerinde kullanmak.
Şu anda aydın geçinenlerin istediği; ‘Din devletin denetiminde, yönetiminde, vesayetinde olmalıdır. Din, bir vicdan hadisesi olarak kalmalı, dünya işlerine karışmamalıdır. Din, devlete karışmamalı ama devlet dine karışmalıdır. Hıristiyanlığa verilen haklar o haliyle dahi İslam’a verilemez. Biz, yarım-laik olmak zorundayız. Gerekirse çağdaşlık adına demokrasiden vazgeçebilmeliyiz.
Bu görüşü paylaşanlar için de öyleleri vardır ki; laiklik meselesinde hiçbir ilmi-fikri-hukuki hasbilik ve safiyet özelliğine sahip değildirler. Sosyalist de olabilirler, mason da batıcı da. Ama laiklikleri her halükârda tepeden inmecidir. Milletin doğruyu seçebileceğine güvenmezler. Halkçı iseler halka rağmen halkçıdırlar. Demokrat iseler demokrasiye rağmen demokrattırlar. Batıcı iseler batıya rağmen batıcıdırlar. Milliyetçi iseler millete rağmen milliyetçidirler. Hatta İslamcı iseler İslâm’a rağmen öyledirler. (Cuma ve bayram namazlarını evde kıldıklarını söyleyen trajikomik halleri unutulmasın.)
Her şeyi madde ile ölçme hastalığından kurtulamıyorlar. Manevî yapısı sağlam olan bir toplum, nisbî gelir seviyesi düşük olsa da mutludur.
Acıların ve sıkıntıların olması, ayrı bir konudur. İç dünyası zengin olan bir toplumun acıları ve sıkıntıları bile güzelliklerle doludur. Maddeyi ölçü yapmak, yanlıştır. Bunu söylemek maddeyi ihmal etmek değil; yerli yerine koymaktır. Yerine konulmamış maddî değerler, kendi muhasebe mantıklarının dahi olumsuzluklarından kurtulamazlar.
Nefsinin, arzu ve isteklerinin kulu olarak yaşadığı hayat, Allah’a kulluğun yerini almıştır. Bu hayatın gelip geçici bir hayat olduğu bütünüyle unutulmuştur. Dünya harpleri, toplu cinayetler, kazalar ve tabiî âfetlerle belki de bu kadar haşır neşir olmuş bir çağ da yoktur; ama bütün bunlar, kolay kolay insanlığın gözünü açacağa benzememektedir. Yine her şey ebedî kalınacak bir dünya ve ebediyen sürüp gidecek bir hayat hesabı üzerine bina edilmekte, reklam ve propagandalar her satırı ve her karesiyle zımnî bir beka vaadini içermekte, her şey dünya etrafında dönmektedir. Aydın geçinenlerin hastalığı bu. Dünya sevgisi gönülleri öylesine kaplamıştır ki, zahiren dinî içerikli söylemler bile dünya hayatına getirdiği refahla değerlendirilmektedir.
Dünya hayatını küçümseyecek en küçük bir îmâya tahammül edilmez; o sevgiliye asla toz kondurulmaz. Dinî yükümlülüklerimizi azaltan, böylece dünya hayatını mümkün olabilecek en geniş ölçüde dinin elinden kurtaran kimse baş tacı edilir.
Bu hayatın fâniliğini hatırlatan, ölümden söz eden ve dünya itibarıyla herhangi bir fedakârlıkta bulunman, hiçbir şekilde makbul addedilmez.
Oysa Allah’ın kitabında ve Allah Resulünün hayatında, dünyanın bu kadar yüceltildiğini hiçbir şekilde göremezsiniz. Her şeyin önünde âhiret vardır; dünya ona göre bir değer kazanır. Çünkü bâki olan hayat, âhiret hayatıdır.
Bu gelip geçici hayat, eğer bir değer ifade edecekse, yani bizim şu dünya üzerinde nefes alıyor olmamızın bir sebebi varsa, o da bize âhireti kazandırması itibarıyladır. Yeni bir anlayışa, bir zihniyet inkılabına muhtacız.