Peygamberimiz ‘iki kardeş iki el gibidir, biri diğerini yıkar’ buyurmuşlardır. Kardeşlikleri ellere benzetip, birini el, diğerini ayağa benzetmemesi, bir gaye uğrunda diğerine yardımcı olmaları bakımındandır. Dostlarıyla, din kardeşleri ile alakadar olmayanları İmam-ı Gazali Hazretleri, ‘Onun için bir cenaze namazı kıl. Çünkü o artık ölülerdendir’ diyor.
Ashab-ı Kiram’ın gençlerinden Abdullah bin Ömer diyor ki: ‘Biz öyle bir zaman gördük ki, kimse dinarını, dirhemini Müslüman kardeşinden kıymetli bilmezdi. Şimdi ise, dinar ve dirhem bize, Müslüman kardeşimizden daha değerli geliyor. Peygamber Efendimiz:
“Allah Teâla, sırf benim için birbirini seven, benim rızam için toplanan, benim rızam uğrunda birbirini ziyaret eden ve sadece benim rızam için sadaka verip iyilik edenler, benim sevgimi hak ederler” buyurmuştur. Bu ve benzeri bir sürü yaşanıp anlatılanlar kitaplarda mı kalsın? İçinde bulunduğumuz şartlarda hasretini çektiğimiz ‘İslam Kardeşliği’ni yaşayıp yaşatmamız, hem ferdi bakımdan, hem de toplumun huzuru bakımından tek çaredir. Okuduklarımızı, dinlediklerimizi, bildiklerimizi hayatımıza yansıtmadan, (nefsimize ağır da gelse) onları uygulamadan, hal lisanı ile ‘üsve-i hasene’ güzel örneklikliği sergilemeden, ‘ebedî hayatımızın azığı’ olarak görmeden ‘din kardeşliği’mizi tahakkuk ettiremeyiz. Cemaatler, kendilerine çeki düzen vermelidir. Bu, ‘İslâm kardeşliği’nin yaşanması/yaşatılması için şarttır. Cemaatler, özellikle de tarikatlar, iki eksen üzerinden yeniden yapılandırmalıdır. 1- Toplumu korumak, kol kanat germek, 2- Toplumun İslâmî hassasiyetlerini (duyarlıklarını) pekiştirmek için gayret göstermek. Egoizmden kurtulmak! İnsanımızla İslâm’ı buluşturma sorumluluğunu taşımak. Ehl-i Sünnet Omurganın önemi de ihmal etmemek. İHL, İlahiyat ve Diyanet çevresi, cemaatler, tarikatlar, güneydoğudaki medreseler kısaca ‘gönüllü kuruluşlar’ mazlumların umudu, zalimlerin kâbusu olan Türkiye’nin lider ülke olmasına yardımcı olacak bir nesil yetiştirme ideali ve gayreti içinde olmalıdır. Müminler; yeryüzünde adaleti, hakkı, hukuku tesis edebilirler. Lüzumsuz, boş (malayani) işlerle meşgul olmayıp, ‘dünyevileşme hastalığı’na bulaşmayıp kaliteli, vasıflı, öncü bir nesil yetiştirme derdiyle hareket etmeli. Dinimizin hayat tarzımız olup yaşanmasında örnek alınacak ilk şahsiyet, Peygamber Efendimizdir. Kur’an-ı Kerim’deki ifadesiyle bizler için “üsve-yi hasene” (güzel bir örnek)dir. O izi sürelim. Bu husustaki ayetleri ve hadisleri hayata geçirelim. ‘Sana göre İslam, bana göre İslâm, o kavme göre İslam, şu coğrafyaya göre İslam’ diye bir şey olmaz. İslam, asliyetiyle, muayyendir ve mahfuzdur. İslam, Allah’ın vahyettiği Hak Din’dir. Allah’ın Resulü, İslâm’ı tebliğ etmiştir. Ayrıca kendi sözleriyle-amelleriyle-halleriyle ve bütün hayatıyla İslâm’ı yaşamış, tatbik ve talim etmiştir. Son zamanlarda bir kısım ilahiyat öğretim üyeleri, yaptığı konuşmalar ve yazdıkları makalelerle zihin karıştırıcı, itikat bozucu yorumlar yapmaktadırlar. İlahiyatçıların tamamı ile bir derdimiz yok, böyleleri ile derdimiz var. Bu dönemde güvenilir, sorumluluk ve mükellefiyet sahibi din görevlilerinin sessiz kalması da bir tür ‘suç ortaklığı’dır. ‘İslâmi ilimler’ diye bir kavram var. Tefsirdir, fıkıhtır, kelamdır, hadistir, siyerdir, mukayeseli dinler tarihidir, İslam tasavvufudur. Bir İslâm âlimi; dini bir meseleyi İslâmi ilimlere göre anlatır, isteyen alır isteyen almaz. İslâm ahlâkına bağlı bir düşünce ufkunun açılması şarttır. İslam’ı yaşamak, onu hayatın bütünlüğü içinde yaşamaktır. İslam bir ‘istikamet’, bir ‘kişilik’ kazandıracak ve bu hayatın her safhasını, her işini, o istikamet şuuruyla ve o şahsiyet sağlamlığıyla yaşamak! Müslümanların Kitap-sünnet çizgisinde bir dini hayatı yaşaması ve sürdürmesi, onun hem hakkı hem de kimliğinin gereğidir. Mü’min; imanı için yaşayan, dünyaya gelişini imtihan için bilen, ebediyete kadar iman/küfür mücadelesinin bitmeyeceğinin şuurundaki adamdır. Mü’min ne pahasına olursa olsun kâfirle, münafıkla, Allah ve Resulünün düşmanlarıyla beraber hareket edemez, birlikte olamaz. Hele şahsî menfaati için din kardeşlerinin karşısında bulunamaz. Kendisini feda eder, dinini feda etmez. Kendisi çiğnenir, düşer, vurulur ama dinini çiğnetmez, dinine, imanına, vurdurtmaz. Din ve dindarlık konusunda seküler ve dindar çevrelerde yaşanmakta olan perişanlıktır. İçi boşaltılmış bir dindarlık olmaz. Dindarlık; dinde olanı yaşamaktır. Dinin belirlediği ilkelere ve koyduğu sınırlara riayettir. Keyfi yorumlarını, kendi inanç ve duruşlarını dinin meselesi haline getirmekten vaz geçilmeli. Bu hususta seküler çevrelerle birleşilmez! Müslüman; ‘Dine uyma’ yerine ‘dini kendi hayat tarzına uydurma’ peşine düşmez. Bizden istenen, akidemizin gereğini yerine getirmek ve imanımızı zedeletmemektir. Mü’minler var iken, onlarla beraber dinimize hizmet etme imkânı duruyorken, kendi din kardeşlerini bırakıp, ellerinden gelse Müslümanları bitirecek insanlardan, nasıl medet umulabilir? Müslüman’dan istenen, küfrün ve şirkin etkisi altında kalmadan Müslüman olarak yaşayıp, ölmektir. Ne mutlu bu şuurla hareket edenlere…