ELEKTİRK
Yaşar Değirmenci
Köşe Yazarı
Yaşar Değirmenci
 

“Ey iman edenler! Haddinizi bilin!”

İçinde bulunduğumuz şartlar bizi biraz daha Kur’an-ı Kerim’le, siyerle, hadis-i şeriflerle buluşturup olayların peşinden sürüklenip gitme yerine, âyetlerin ışığında fikirleri/düşünceleri yakalayıp, Rabbimizin istediği ‘kul olma’ şuuruyla hareket etmemizi sağlar. Bu hususla ilgili bilhassa bu günlerde (ferdi veya topluca) Hucûrat Sûresi’ni anlayarak, nefsimize ağır da gelse kendimizi de hesaba çekerek okumak, tefekkür ve tezekkür etmek mecburiyetindeyiz.  Sûrenin ana konusu, İslâm cemaatinde insan ilişkileri ve bu ilişkilerde uygulanacak âdâb-ı muaşerettir. “Ey iman edenler!” hitabının beş defa yer aldığı sûre, baştan sona insanî münasebetlerin üzerinde yükseldiği bizi kendimize asliyetimize döndürecek değerlerden, ahlâk ve edebe dair ilkelerden bahseder. Önce Allah Resulü ile sahabe arasındaki ilişkileri ele alır. “Asla Allah’ın ve Elçisinin önüne geçmeyin!” (49, 1) der. Bunu takvanın bir parçası olarak takdim eder. Demek ki âdâb kuralları da, takvanın bir parçasıdır. Diğer bir ifade ile takvanın bir de edep boyutu vardır. Gerçi âyetteki “önüne geçme” sadece âdâb-ı muaşeret bağlamında ele alınamaz. Bu çok yönlü anlaşılmalıdır. Allah’ın ve Resulünün önüne geçmek, haddini bilmemektir. Bu manasıyla âyet bize: “Ey iman edenler! Haddinizi bilin!” der. Haddini bilenler kendini bilenlerdir. O halde emir ta esasta yeryüzünün en eski yazılı hikmeti olan “kendini bil” şeklinde anlaşılması hiç de yanlış olmaz.  Sûre, Peygamber Efendimizin şahsında hayatın değişik alanlarında onun mirasını üstlenenlere karşı saygıyı öğütler. (49, 1-5) Ardından İslâm cemaatinin kendi bireyleri arasındaki münasebetleri ele alır. Yalan haber üreten ve taşıyanları, İslâm cemaatinin güvene dayalı yapısını tehdit eden tehlikeli unsurlar olarak işaretler. Bilgi aktarımının en genel geçer kuralını hatırlatır: “Siz ey iman edenler! Sorumsuzun biri size (önemli) bir haberle geldiğinde durup gerçeği araştırın; değilse, istemeden birilerini rencide eder, ardından da yaptığınızdan pişmanlık duyarsınız. (49, 6) Bu tür problemlere karşı en büyük tedbir iman kardeşliğidir. Mü’minlerin kendi aralarında ihtilafı bir yana, çatışması dahi ihtimal harici değildir. (49, 9) Bu vahyin hayatın gerçeğini görmesi ve ilkelerini bu gerçek üzerine bina etmesidir. Böylesi bir durumda ne yapılacağını söyler. Ama bir şey daha söyler: “Mü’minler sadece kardeştirler.” (49, 10) Âyet bu sade ilkeyi öyle güçlü söyler ki, sanki şöyle de anlaşılabilir: Kardeş oldukları zaman mü’min olmuş olurlar. Kardeş oldukları kadar mü’mindirler. Mü’minlerin imanları kardeş olduğu için kendileri de ister istemez kardeş olmak zorundadırlar. İmanın imanla kardeş olması, mü’minleri de kardeş kılar. Ardından kardeşin kardeşe karşı sorumlulukları sıralanır: Kardeşlerin arasını düzeltmek bu sorumluluklardan biridir. Mü’minin mü’mini alaya alıp hor görmemesi kardeşlik sorumluluğunun bir parçasıdır (49, 11) Mü’minin mü’minin duygusunu yaralamaması, kardeşlik sorumluluğunun bir parçasıdır. Mü’minin mü’min hakkında suizandan kaçınması, ayıplarını araştırmaması ve gıybetini etmemesi, kardeşlik sorumluluğunun bir parçasıdır. (49, 12) Mü’min, mü’min kardeşleriyle beraber yaşamalıdır. Mü’minlerin içinde olmak, ek sıkıntılar getirmiş olsa bile şerefli yaşamanın yoludur. Mü’minlerin arasında bulunup, refah düzeyi düşük yaşamak, kâfirlerin arasında müreffeh yaşamaya tercih edilmelidir. Zira mü’minler, bir arada iken imanın haysiyetini, itibarını, şerefini hissedebilirler. Bunun adı, ‘Darulislam’ denen yerde olmak demektir. Mü’min, bollukla darlık arasında, hayırla şer arasında, tebessümle ağlama arasında sınanırken sabır ölçümü devamlı yapılmaktadır. Fakirliğinde ezilmeyen, zenginliğinde şımarmayan mü’min daima kazanmaktadır. İbadetini hiçbir ortamda değiştirmeyen; yokluktaki hâlini en bol hâlinde bile bozmayan mü’min kazanmakta ve izzetini korumaktadır. Fakirler ve zavallılar bereket kaynağı idi. Müslümanların arasında birinci sınıf, ikinci sınıf olmak yoktu. Takvası üstün olan daha üstündü. Çünkü Allah şekle ve mala bakmıyor, kalplere ve amellere bakıyordu. Karunlaşmanın Müslümanlar arasında rekabete dönüşebileceğini tahmin etmek bile mümkün değildi o zamanlar.  Haramlara karşı gevşemeyen mü’min sabır imtihanını kazanan mü’mindir. Hayatını, şükür, sabır ve istiğfar arasında gelip giden üçgen içerisine oturtan mü’min kazanmış mü’mindir. Mü’minlerin birbirlerine emribilmaruf ve nehyianilmünker yapmaları veya bundan mahrum olmaları önemli sonuçlar doğurur. Mü’minlerin kardeş olduğunu beyan eden Kur’an’ın talebi budur. Mü’minlerin velilerinin Allah, Resulü ve müminler olması ancak bu ruhla tezahür edebilir. Ticarette mü’mini kollamak, sosyal ilişkilerde mü’min eksenli davranmak, iman gereği olarak bilinmelidir. Biz bunu ancak, Allah’ın ipine sarılma, Kur’an ve sünnet etrafında kenetlenmiş olmakla gerçekleştirebiliriz. Her türlü ihtilafta, Allah ve Resulünü hakem tayin etmek, nefsimize ağır gelse de ona razı olmak mucibince amel etmek bizi kendimize, aslımıza döndürecek, âdet haline getirdiğimiz ibadetlerimize yeniden bir ruh kazandırmış olacağız. Mahviyet takvanın bir boyutudur. Kibir ve gurur takvanın ölümüdür. Takva, kişilerin kendi akıl ve iradeleriyle yaptıkları şuurlu tercihi ifade eder. (Buna Allah korkusu da dahildir.) Ne kadar sorumlu davranırsak o kadar üstün oluruz. Mutlak manada mensubiyet ve aidiyet bir kıymet ifade etmez. Onların hakkının verilmesi icap eder. Ameliyle, ahlakıyla, hal ve hareketiyle, takvasıyla. Birinin İslam cemaatine aidiyeti, onun gerçek bir mümin olduğu manasına gelmez. Müminin müminlik ölçüsü, cemaat aidiyeti ve sosyal konumu değil, kalbinin Allah’a karşı duruşudur. Önemli olan, sizin kendi imanınız hakkında ne dediğiniz değil, Allah’ın sizin imanınız hakkında ne dediğidir. Rabbim rızasını kazandıracak salih amellerle yaşatsın. Bunu zedeleyecek amelleri işlemekten bizleri muhafaza buyursun. 
Ekleme Tarihi: 24 Ekim 2022 - Pazartesi

“Ey iman edenler! Haddinizi bilin!”

İçinde bulunduğumuz şartlar bizi biraz daha Kur’an-ı Kerim’le, siyerle, hadis-i şeriflerle buluşturup olayların peşinden sürüklenip gitme yerine, âyetlerin ışığında fikirleri/düşünceleri yakalayıp, Rabbimizin istediği ‘kul olma’ şuuruyla hareket etmemizi sağlar. Bu hususla ilgili bilhassa bu günlerde (ferdi veya topluca) Hucûrat Sûresi’ni anlayarak, nefsimize ağır da gelse kendimizi de hesaba çekerek okumak, tefekkür ve tezekkür etmek mecburiyetindeyiz. 

Sûrenin ana konusu, İslâm cemaatinde insan ilişkileri ve bu ilişkilerde uygulanacak âdâb-ı muaşerettir. “Ey iman edenler!” hitabının beş defa yer aldığı sûre, baştan sona insanî münasebetlerin üzerinde yükseldiği bizi kendimize asliyetimize döndürecek değerlerden, ahlâk ve edebe dair ilkelerden bahseder. Önce Allah Resulü ile sahabe arasındaki ilişkileri ele alır. “Asla Allah’ın ve Elçisinin önüne geçmeyin!” (49, 1) der. Bunu takvanın bir parçası olarak takdim eder. Demek ki âdâb kuralları da, takvanın bir parçasıdır. Diğer bir ifade ile takvanın bir de edep boyutu vardır. Gerçi âyetteki “önüne geçme” sadece âdâb-ı muaşeret bağlamında ele alınamaz. Bu çok yönlü anlaşılmalıdır. Allah’ın ve Resulünün önüne geçmek, haddini bilmemektir. Bu manasıyla âyet bize: “Ey iman edenler! Haddinizi bilin!” der. Haddini bilenler kendini bilenlerdir. O halde emir ta esasta yeryüzünün en eski yazılı hikmeti olan “kendini bil” şeklinde anlaşılması hiç de yanlış olmaz. 

Sûre, Peygamber Efendimizin şahsında hayatın değişik alanlarında onun mirasını üstlenenlere karşı saygıyı öğütler. (49, 1-5) Ardından İslâm cemaatinin kendi bireyleri arasındaki münasebetleri ele alır. Yalan haber üreten ve taşıyanları, İslâm cemaatinin güvene dayalı yapısını tehdit eden tehlikeli unsurlar olarak işaretler. Bilgi aktarımının en genel geçer kuralını hatırlatır: “Siz ey iman edenler! Sorumsuzun biri size (önemli) bir haberle geldiğinde durup gerçeği araştırın; değilse, istemeden birilerini rencide eder, ardından da yaptığınızdan pişmanlık duyarsınız. (49, 6)

Bu tür problemlere karşı en büyük tedbir iman kardeşliğidir. Mü’minlerin kendi aralarında ihtilafı bir yana, çatışması dahi ihtimal harici değildir. (49, 9) Bu vahyin hayatın gerçeğini görmesi ve ilkelerini bu gerçek üzerine bina etmesidir. Böylesi bir durumda ne yapılacağını söyler. Ama bir şey daha söyler: “Mü’minler sadece kardeştirler.” (49, 10) Âyet bu sade ilkeyi öyle güçlü söyler ki, sanki şöyle de anlaşılabilir: Kardeş oldukları zaman mü’min olmuş olurlar. Kardeş oldukları kadar mü’mindirler. Mü’minlerin imanları kardeş olduğu için kendileri de ister istemez kardeş olmak zorundadırlar. İmanın imanla kardeş olması, mü’minleri de kardeş kılar. Ardından kardeşin kardeşe karşı sorumlulukları sıralanır: Kardeşlerin arasını düzeltmek bu sorumluluklardan biridir. Mü’minin mü’mini alaya alıp hor görmemesi kardeşlik sorumluluğunun bir parçasıdır (49, 11) Mü’minin mü’minin duygusunu yaralamaması, kardeşlik sorumluluğunun bir parçasıdır. Mü’minin mü’min hakkında suizandan kaçınması, ayıplarını araştırmaması ve gıybetini etmemesi, kardeşlik sorumluluğunun bir parçasıdır. (49, 12) Mü’min, mü’min kardeşleriyle beraber yaşamalıdır. Mü’minlerin içinde olmak, ek sıkıntılar getirmiş olsa bile şerefli yaşamanın yoludur. Mü’minlerin arasında bulunup, refah düzeyi düşük yaşamak, kâfirlerin arasında müreffeh yaşamaya tercih edilmelidir. Zira mü’minler, bir arada iken imanın haysiyetini, itibarını, şerefini hissedebilirler. Bunun adı, ‘Darulislam’ denen yerde olmak demektir. Mü’min, bollukla darlık arasında, hayırla şer arasında, tebessümle ağlama arasında sınanırken sabır ölçümü devamlı yapılmaktadır. Fakirliğinde ezilmeyen, zenginliğinde şımarmayan mü’min daima kazanmaktadır. İbadetini hiçbir ortamda değiştirmeyen; yokluktaki hâlini en bol hâlinde bile bozmayan mü’min kazanmakta ve izzetini korumaktadır. Fakirler ve zavallılar bereket kaynağı idi. Müslümanların arasında birinci sınıf, ikinci sınıf olmak yoktu. Takvası üstün olan daha üstündü. Çünkü Allah şekle ve mala bakmıyor, kalplere ve amellere bakıyordu. Karunlaşmanın Müslümanlar arasında rekabete dönüşebileceğini tahmin etmek bile mümkün değildi o zamanlar. 

Haramlara karşı gevşemeyen mü’min sabır imtihanını kazanan mü’mindir. Hayatını, şükür, sabır ve istiğfar arasında gelip giden üçgen içerisine oturtan mü’min kazanmış mü’mindir.

Mü’minlerin birbirlerine emribilmaruf ve nehyianilmünker yapmaları veya bundan mahrum olmaları önemli sonuçlar doğurur.

Mü’minlerin kardeş olduğunu beyan eden Kur’an’ın talebi budur. Mü’minlerin velilerinin Allah, Resulü ve müminler olması ancak bu ruhla tezahür edebilir. Ticarette mü’mini kollamak, sosyal ilişkilerde mü’min eksenli davranmak, iman gereği olarak bilinmelidir. Biz bunu ancak, Allah’ın ipine sarılma, Kur’an ve sünnet etrafında kenetlenmiş olmakla gerçekleştirebiliriz. Her türlü ihtilafta, Allah ve Resulünü hakem tayin etmek, nefsimize ağır gelse de ona razı olmak mucibince amel etmek bizi kendimize, aslımıza döndürecek, âdet haline getirdiğimiz ibadetlerimize yeniden bir ruh kazandırmış olacağız.

Mahviyet takvanın bir boyutudur. Kibir ve gurur takvanın ölümüdür. Takva, kişilerin kendi akıl ve iradeleriyle yaptıkları şuurlu tercihi ifade eder. (Buna Allah korkusu da dahildir.) Ne kadar sorumlu davranırsak o kadar üstün oluruz. Mutlak manada mensubiyet ve aidiyet bir kıymet ifade etmez. Onların hakkının verilmesi icap eder. Ameliyle, ahlakıyla, hal ve hareketiyle, takvasıyla. Birinin İslam cemaatine aidiyeti, onun gerçek bir mümin olduğu manasına gelmez. Müminin müminlik ölçüsü, cemaat aidiyeti ve sosyal konumu değil, kalbinin Allah’a karşı duruşudur. Önemli olan, sizin kendi imanınız hakkında ne dediğiniz değil, Allah’ın sizin imanınız hakkında ne dediğidir.

Rabbim rızasını kazandıracak salih amellerle yaşatsın. Bunu zedeleyecek amelleri işlemekten bizleri muhafaza buyursun. 

Yazıya ifade bırak !
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.