ELEKTİRK
Yaşar Değirmenci
Köşe Yazarı
Yaşar Değirmenci
 

Hayat Rehberi Peygamberimizi tanıyalım

Mevlid-i Nebi Haftası’nın bu yılki teması “Peygamberimiz, Cami ve İrşat” olarak belirlenince hep yaptığım “Peygamberimiz belirli gün, hafta ve aylara hasredilemez” düşüncem tazelendi. İçinde bulunduğumuz şartlar belki bunu gerektiriyor ama biz Müslümanların dinimizin bir hayat nizamı olduğunu unutmamamız, her hal ve şartta dinimizi yaşamamız gerektiğine de dikkat çekmemiz gerekir. DİB’nın da bu hususa gereken hassasiyeti göstermesi şarttır. Devlet memuriyeti; Allah’ın memuru olduğumuzu unutturmasın. Ayrıca “emri bil maruf, nehyi anil münker” emrinin hayat boyu devam edeceğini de. Bu milletin imanı her şeyden kutsaldır, yücedir. Tarih boyu verilen mücadeleler, savaşlar, şehitlik ve gazilik mertebeleri, uğruna canını verecekleri ruhun da kaynağı, tek hak din olan dinimiz İslâm’dır. Bu hafta vesilesiyle kendi kutsallarımıza dönelim. Başka hiçbir şeyi kutsallaştırmayalım. Ölçülü ve dengeli olalım. Bir “nefs muhasebesi” yaparak kimseyi değil, kimsenin imanını değil, kendimizi yargılasaydık önce. Peygamberimiz ne verdiyse onu alan, neyi yasakladıysa ondan kaçınmanın adımlarını atıp, Din’in “samimiyet” olduğunu idrak edebilseydik. Peygamberimize ulaşmayı kolaylaştırdık mı, zorlaştırdık mı, müjdeledik mi, nefret mi ettirdik? İnsanların bize bakıp İslâm’la ilgili kararlar verdiğini hatırımızda tuttuk mu? Acaba bizler, Rasûlullah etrafında halkalanan insanlar gibi kenetlenebildik mi birbirimizle? Mahşerde, Allah huzurunda dizilecek ve bütünüyle şefkat, merhamet ve rahmet dolu bir yüreği yansıtacak insanlar gibi mi, yoksa kervan mallarına yetişebilmek için Rasûlullah’ı minberde tek başına bırakanlar gibi miyiz? Hz. Enes anlatıyor: “Medine’nin çocuklarından herhangi küçük bir kızcağız bile Rasulullah’ın elinden tutsa, onu istediği yere çeker götürür ve Peygamberimiz ondan elini geri alamazdı.” Bugün bizler böylesi şefkatli bir ele o kadar muhtacız ki! Günah ve isyan kirlerinden arınmaya o kadar ihtiyacımız var ki. Öyle bir hayat ki; hikmet dolu tek bir sözü ümitsizliğe çözüm. Her bir davranışı anlaşmazlıklara hâkem. Öyle bir hayat ki, üzerinde tek leke bulunmayan, erdemin nakışlarıyla süslü bir güzellik örgüsü. Öyle bir hayat ki, samimi, saf, temiz. Bir insan kalbinin incitilmesine, bir ağaç dalının kırılmasına razı olmayan bir yüce kalp. Bütün parlaklığı, güzelliği, aydınlığıyla Allah Resulünün kalbi. Bütün zamanları kucaklayan, sınırları, iklimleri aşarak insanlığı kurtuluşa, kardeşliğe çağıran, yeni, yepyeni, taptaze, hayat ve gerçek dolu ses O’nun sesi. Tek ışık, tek ümit, tek özlem O! Kuraklıktan çatlayan topraklar yağmura nasıl hasretse, inleyen hastalar sabahı nasıl beklerse, bugün de sevgisiz ve yalnız kalmış kalpler O’nu öyle arıyor! Kimseyi mahcup etmeyen, incinmeyen, incitmeyen, kırmayan, O’ydu. İnsanların sevinciyle sevinen, O’ydu! O’ydu herkesin ıstırabıyla yanan. Gerçek olan ne varsa, saygı uyandıracak ne varsa, saf olan ne varsa, iyi, sevimli ne varsa, O’nun hayatını doldurmuştu. En karanlık geceler O’nunla aydınlandı. “İnsanların Müslüman olmaları için neredeyse kendini helâk edeceksin” diye hitap edilen bir Peygamber’in izinde olmalıydık. İnsanların önüne, onları İslâm’a götürecek cennet bahçeleri açmalıydık. Bir “nefs muhasebesi” yaparak kimseyi değil, kimsenin imanını değil, kendimizi yargılasaydık önce. Peygamberimiz ne verdiyse onu alan, neyi yasakladıysa ondan kaçınmanın adımlarını atıp, Dinin “samimiyet” olduğunu idrak edebilseydik. Birbirimizi sevmenin iman kadar değerli olduğunu söyleyen oldu mu bize? Allah’ın “kardeş” olarak nitelemesini ne kadar önemsedik? Kardeş olmanın bedelinin ne olduğuna ne kadar kafa yorduk? Kim için yola çıkmıştık, hedeflerimizde Allah rızası mı vardı, dünyevi tutkular mı? Peygamberimize gelen koca sahabe “Ya Rasulullah kalbim katılaştı, üzülemiyorum, ağlayamıyorum” deyince Resulullah, “Yetimin sofrasına otur, muhtaçlarla hemhâl ol. İhtiyaç sahiplerinin ihtiyacını gider. Kalbinde yumuşama göreceksin” diyordu. Peki, bize ne oldu? Kalbimizde merhamet, şefkat, acıma, üzülme/sevinme var mı?  Peygamberimiz, “İman etmedikçe cennete giremezsiniz” diyor, insanı iliklerine kadar sarsan bir şey daha söylüyordu: “Birbirinizi sevmedikçe de gerçekten iman etmiş sayılmazsınız!” Bu, imanı yetiştiren toprağın sevgi olduğunun ifadesiydi. “Mümin, seven ve sevilen, dost olan ve dostluk kurulandır. Sevmeyen ve sevilmeyende, dost olmayan ve dostluk kurulmayanda hayır yoktur!” diyordu. Sadece demekle kalmıyor, bu sözün nasıl hayata dönüştürüleceğinin en güzel örneklerini de veriyordu. Günah ve isyan kirlerinden yıkanmaya temizlenmeye/arınmaya o kadar ihtiyacımız var ki. Yara bere içindeyiz. Eller, ayaklar, gözler, kulaklar yaradılış hikmetinden kopmuş. Yürekler ezilmiş, zihinler paramparça olmuş. İnsanî yönler kaybolup insanlık çöle dönmüş adeta. Silkinmemizin, iç muhasebe yapmamızın zor zamanı  aşmamızın, fıtratımıza uygun yolun adımlarını atmamızın yolu; Peygamberimizi tanımak, tanıtmak, yaşamak, yaşatmak. Gitgide ilkesizleşen, gücün ve güçlünün zorbalıkla sözünü dinlettiği böyle bir dünyada güvensizliğin yayıldığı bu “cinnet toplumu”nun karanlıklarını ancak bir peygamberi solukla, vahyin inşa ettiği insanla aydınlığa çıkarıp, “cennet toplumu”na dönüştürebiliriz. Peygamber Efendimizin hayatının örnekliği, hayat tarzımızı etkilemeli, bu vesile ile çekidüzen vermeliyiz yaşantımıza. Çünkü münakaşayı sevmeyen bir Peygamberimiz var bizim. İmtiyazlı (ayrıcalıklı) olmayı kabul etmeyen, suizana sebebiyet vermeyen, savaş ahlakını öğreten, vefalı bir Peygamberimiz var bizim. Esirlere dokunmayan, içki içene bile ‘lanet etmeyin!’ diyen bir Peygamber. Kendisine yapılan her türlü işkence ve zulme tahammül gösteren, ancak; haramların işlenmesine, bir hakkın gasp edilmesine, insanların İslam’dan uzaklaştırılmasına, aile mahremiyetinin ihlal edilmesine, her türlü haksızlığa ve zulme asla ve kat’a müsamaha ve hoşgörü göstermeyen bir Peygamberimiz var bizim. Aşırı övgüden rahatsız olan, hayatı ‘hayır istikametli’ bir Peygamber. Ashabıyla görüşüp istişare eden, onların fikirlerine değer verip alınan kararlara uyan bir Peygamber. Yanında yapılan bir hata karşısında genç bir kızın utandığı gibi yüzü kızaran hâyâ sahibi, kimsenin yüzüne yanlışını vurmayan, onu mahcup etmeyen bir Peygamber. İnsanları tebessümle karşılayan, ‘sevgi, barış ve güven’ kaynağı olan ‘selamı yayın!’ diyen bir Peygamberimiz var. Öyle bir Peygamber ki; bir bakmışsınız açlıktan karnına taş bağlamış, bir bakmışsınız ki parmaklarından akan su ile bir ordunun susuzluğunu giderivermiş. Ama hep vakur, hep ölçülü, hep kendinden emin. Hep müşfik, hep dengeli, hep mütevazi. Emin ve güvenilir bir dost, bir baba, bir amca, bir dede, bir devlet başkanı, bir ordu komutanı ve bir insan. ‘İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır’ diyen, Âmine validemizin şefkatli/merhametli kucağından, ‘Alemlerin Rabbi Yüce AllahTeala’nın Cennet Bahçesi Ravzayı Mutahhara’ya uzanan çileli dünya yolculuğunun her anını, ‘cahil ve zalimler’le mücadeleye ve insanlığın irşadına adamış, ömrünü  ‘insanın İslam’la buluşması’ ve bu buluşmaya mani olan engelleri kaldırmaya vakfetmiş, başlarımızın tacı, gönüllerimizin sultanı Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa sallallahü aleyhi vesellem. 
Ekleme Tarihi: 30 Eylül 2022 - Cuma

Hayat Rehberi Peygamberimizi tanıyalım

Mevlid-i Nebi Haftası’nın bu yılki teması “Peygamberimiz, Cami ve İrşat” olarak belirlenince hep yaptığım “Peygamberimiz belirli gün, hafta ve aylara hasredilemez” düşüncem tazelendi. İçinde bulunduğumuz şartlar belki bunu gerektiriyor ama biz Müslümanların dinimizin bir hayat nizamı olduğunu unutmamamız, her hal ve şartta dinimizi yaşamamız gerektiğine de dikkat çekmemiz gerekir. DİB’nın da bu hususa gereken hassasiyeti göstermesi şarttır. Devlet memuriyeti; Allah’ın memuru olduğumuzu unutturmasın. Ayrıca “emri bil maruf, nehyi anil münker” emrinin hayat boyu devam edeceğini de. Bu milletin imanı her şeyden kutsaldır, yücedir. Tarih boyu verilen mücadeleler, savaşlar, şehitlik ve gazilik mertebeleri, uğruna canını verecekleri ruhun da kaynağı, tek hak din olan dinimiz İslâm’dır. Bu hafta vesilesiyle kendi kutsallarımıza dönelim. Başka hiçbir şeyi kutsallaştırmayalım. Ölçülü ve dengeli olalım.

Bir “nefs muhasebesi” yaparak kimseyi değil, kimsenin imanını değil, kendimizi yargılasaydık önce. Peygamberimiz ne verdiyse onu alan, neyi yasakladıysa ondan kaçınmanın adımlarını atıp, Din’in “samimiyet” olduğunu idrak edebilseydik. Peygamberimize ulaşmayı kolaylaştırdık mı, zorlaştırdık mı, müjdeledik mi, nefret mi ettirdik? İnsanların bize bakıp İslâm’la ilgili kararlar verdiğini hatırımızda tuttuk mu? Acaba bizler, Rasûlullah etrafında halkalanan insanlar gibi kenetlenebildik mi birbirimizle? Mahşerde, Allah huzurunda dizilecek ve bütünüyle şefkat, merhamet ve rahmet dolu bir yüreği yansıtacak insanlar gibi mi, yoksa kervan mallarına yetişebilmek için Rasûlullah’ı minberde tek başına bırakanlar gibi miyiz? Hz. Enes anlatıyor:

“Medine’nin çocuklarından herhangi küçük bir kızcağız bile Rasulullah’ın elinden tutsa, onu istediği yere çeker götürür ve Peygamberimiz ondan elini geri alamazdı.” Bugün bizler böylesi şefkatli bir ele o kadar muhtacız ki! Günah ve isyan kirlerinden arınmaya o kadar ihtiyacımız var ki. Öyle bir hayat ki; hikmet dolu tek bir sözü ümitsizliğe çözüm. Her bir davranışı anlaşmazlıklara hâkem. Öyle bir hayat ki, üzerinde tek leke bulunmayan, erdemin nakışlarıyla süslü bir güzellik örgüsü. Öyle bir hayat ki, samimi, saf, temiz. Bir insan kalbinin incitilmesine, bir ağaç dalının kırılmasına razı olmayan bir yüce kalp. Bütün parlaklığı, güzelliği, aydınlığıyla Allah Resulünün kalbi. Bütün zamanları kucaklayan, sınırları, iklimleri aşarak insanlığı kurtuluşa, kardeşliğe çağıran, yeni, yepyeni, taptaze, hayat ve gerçek dolu ses O’nun sesi. Tek ışık, tek ümit, tek özlem O! Kuraklıktan çatlayan topraklar yağmura nasıl hasretse, inleyen hastalar sabahı nasıl beklerse, bugün de sevgisiz ve yalnız kalmış kalpler O’nu öyle arıyor! Kimseyi mahcup etmeyen, incinmeyen, incitmeyen, kırmayan, O’ydu. İnsanların sevinciyle sevinen, O’ydu! O’ydu herkesin ıstırabıyla yanan. Gerçek olan ne varsa, saygı uyandıracak ne varsa, saf olan ne varsa, iyi, sevimli ne varsa, O’nun hayatını doldurmuştu. En karanlık geceler O’nunla aydınlandı. “İnsanların Müslüman olmaları için neredeyse kendini helâk edeceksin” diye hitap edilen bir Peygamber’in izinde olmalıydık. İnsanların önüne, onları İslâm’a götürecek cennet bahçeleri açmalıydık. Bir “nefs muhasebesi” yaparak kimseyi değil, kimsenin imanını değil, kendimizi yargılasaydık önce. Peygamberimiz ne verdiyse onu alan, neyi yasakladıysa ondan kaçınmanın adımlarını atıp, Dinin “samimiyet” olduğunu idrak edebilseydik. Birbirimizi sevmenin iman kadar değerli olduğunu söyleyen oldu mu bize? Allah’ın “kardeş” olarak nitelemesini ne kadar önemsedik? Kardeş olmanın bedelinin ne olduğuna ne kadar kafa yorduk? Kim için yola çıkmıştık, hedeflerimizde Allah rızası mı vardı, dünyevi tutkular mı? Peygamberimize gelen koca sahabe “Ya Rasulullah kalbim katılaştı, üzülemiyorum, ağlayamıyorum” deyince Resulullah, “Yetimin sofrasına otur, muhtaçlarla hemhâl ol. İhtiyaç sahiplerinin ihtiyacını gider. Kalbinde yumuşama göreceksin” diyordu. Peki, bize ne oldu? Kalbimizde merhamet, şefkat, acıma, üzülme/sevinme var mı? 

Peygamberimiz, “İman etmedikçe cennete giremezsiniz” diyor, insanı iliklerine kadar sarsan bir şey daha söylüyordu: “Birbirinizi sevmedikçe de gerçekten iman etmiş sayılmazsınız!” Bu, imanı yetiştiren toprağın sevgi olduğunun ifadesiydi. “Mümin, seven ve sevilen, dost olan ve dostluk kurulandır. Sevmeyen ve sevilmeyende, dost olmayan ve dostluk kurulmayanda hayır yoktur!” diyordu. Sadece demekle kalmıyor, bu sözün nasıl hayata dönüştürüleceğinin en güzel örneklerini de veriyordu. Günah ve isyan kirlerinden yıkanmaya temizlenmeye/arınmaya o kadar ihtiyacımız var ki. Yara bere içindeyiz. Eller, ayaklar, gözler, kulaklar yaradılış hikmetinden kopmuş. Yürekler ezilmiş, zihinler paramparça olmuş. İnsanî yönler kaybolup insanlık çöle dönmüş adeta. Silkinmemizin, iç muhasebe yapmamızın zor zamanı  aşmamızın, fıtratımıza uygun yolun adımlarını atmamızın yolu; Peygamberimizi tanımak, tanıtmak, yaşamak, yaşatmak.

Gitgide ilkesizleşen, gücün ve güçlünün zorbalıkla sözünü dinlettiği böyle bir dünyada güvensizliğin yayıldığı bu “cinnet toplumu”nun karanlıklarını ancak bir peygamberi solukla, vahyin inşa ettiği insanla aydınlığa çıkarıp, “cennet toplumu”na dönüştürebiliriz.

Peygamber Efendimizin hayatının örnekliği, hayat tarzımızı etkilemeli, bu vesile ile çekidüzen vermeliyiz yaşantımıza. Çünkü münakaşayı sevmeyen bir Peygamberimiz var bizim. İmtiyazlı (ayrıcalıklı) olmayı kabul etmeyen, suizana sebebiyet vermeyen, savaş ahlakını öğreten, vefalı bir Peygamberimiz var bizim. Esirlere dokunmayan, içki içene bile ‘lanet etmeyin!’ diyen bir Peygamber. Kendisine yapılan her türlü işkence ve zulme tahammül gösteren, ancak; haramların işlenmesine, bir hakkın gasp edilmesine, insanların İslam’dan uzaklaştırılmasına, aile mahremiyetinin ihlal edilmesine, her türlü haksızlığa ve zulme asla ve kat’a müsamaha ve hoşgörü göstermeyen bir Peygamberimiz var bizim. Aşırı övgüden rahatsız olan, hayatı ‘hayır istikametli’ bir Peygamber. Ashabıyla görüşüp istişare eden, onların fikirlerine değer verip alınan kararlara uyan bir Peygamber. Yanında yapılan bir hata karşısında genç bir kızın utandığı gibi yüzü kızaran hâyâ sahibi, kimsenin yüzüne yanlışını vurmayan, onu mahcup etmeyen bir Peygamber. İnsanları tebessümle karşılayan, ‘sevgi, barış ve güven’ kaynağı olan ‘selamı yayın!’ diyen bir Peygamberimiz var. Öyle bir Peygamber ki; bir bakmışsınız açlıktan karnına taş bağlamış, bir bakmışsınız ki parmaklarından akan su ile bir ordunun susuzluğunu giderivermiş. Ama hep vakur, hep ölçülü, hep kendinden emin. Hep müşfik, hep dengeli, hep mütevazi. Emin ve güvenilir bir dost, bir baba, bir amca, bir dede, bir devlet başkanı, bir ordu komutanı ve bir insan. ‘İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır’ diyen, Âmine validemizin şefkatli/merhametli kucağından, ‘Alemlerin Rabbi Yüce AllahTeala’nın Cennet Bahçesi Ravzayı Mutahhara’ya uzanan çileli dünya yolculuğunun her anını, ‘cahil ve zalimler’le mücadeleye ve insanlığın irşadına adamış, ömrünü  ‘insanın İslam’la buluşması’ ve bu buluşmaya mani olan engelleri kaldırmaya vakfetmiş, başlarımızın tacı, gönüllerimizin sultanı Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa sallallahü aleyhi vesellem. 

Yazıya ifade bırak !
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.