Alın terinin, göz nurunun önemi azalırken, birdenbire gayrimeşru yollardan başarıya ulaşma özendirildi. Alın teri ve çalışma enayilik sayılmaya başladı. Bu bir yozlaşmadır; ekonomi politikalarının, faizin bunda büyük etkisi var. Bir taraftan tüketim güdüsü yükseltiliyor, öte yandan bazılarının imkânları daralıyor ve stres meydana geliyor. Toplumu ayakta tutan manevî ve kültürel değerler aşındı. Öğrenmek için okumak kalktı, yerini etiket ve diploma aldı. Çabuk tarafından köşeyi dönme, kariyer sahibi olma ideal haline geldi. “Sade hayat” unutuldu/unutturuldu. Kanaat, sabır, şükür verilmedi/verdirilmedi.
İnsanımız öncelikle ekonomi, enflasyon, para, geçimi düşünür halde. Kazancın, gelirin haram-helâl ölçüleriyle değerlendirilmesi kalktı/kaldırıldı. Kapitalist sistem, daha fazla mal satabilmek için ‘günler’ koydu. Geçtiğimiz hafta ‘babalar günü’nü kutlamayan kalmadı. Devlet ricali dâhil. Hep Batı kavramlarıyla konuşur, düşünür hale geldik/getirildik.
Bütün bunlar ahlâk dokularını çürütüyor. Bulanıklık meydana getirip, insanları ufuksuz bırakıyor, ileriye bakamaz duruma düşürüyor. Onları maddileştiriyor. Sevgileri dostlukları bozuyor, katlı-yatlı arayışlara yol açıyor. İnsanın, kendisini satılık bir metâ haline getirmesine sebebiyet veriyor. Lüks tüketim artıyor. Hâkimiyet rantını ellerinde tutanlar bunu ezici, imrendirici, güdücü bir kuvvet olarak kullanıyor. Aynı durumda olmayanlar, eğiliyor küçülüyor. İnsan kendine, dostlarına, öz değerlerine yabancılaşıyor.
Sevgi de neticedir; hürmet de, huzur da, refah da, saadet de. Bunlar isteniyor, ama bu neticeleri doğuracak olan sebeplere karşı çıkılan bir toplum oluştu. Sevgisizlik de saygısızlık da (muhabbetin olmayışı da) neticedir. Huzursuzluk da… Bunlar istenmez ama bu neticeleri doğurmakta olan sebeplere (temelde) yaşayışıyla taraftar. Belki de hayatımızın gayesini unutmanın cezasını çekiyoruz. Gayeyi unutmanın cezası, vasıtaya mahkûm edilmektir. Vasıta mesabesinde olması gereken ekonomiye mahkûmiyetin cezası da bu olsa gerek. “İmtihan Dünyası”nda olduğumuz da unutuldu/unutturuldu. İlave olarak “kulluk ve emanet şuuru” hatırlanmaz. Dünyanın fâni (geçici) olduğu da. İnsanımız; huzursuz, tedirgin, psikoterapist arar halde. Son yaşanan insanı yalnızlığa mahkûm eden pandemi/küresel virüs etkisi devam ediyor. Kısmen normale dönüş başlasa da. Aranan huzur, sekine yaşanan İslâm’da! Hayatımıza girmesinde. Hayat tarzımız oluşunda.
Sosyal ve dini hadiselerin seyrine, akışına ve gelişmesine yön veren kanun ve kaideler koymaktan kaçınarak, bu alanda esasen var olan, tabii bir şekilde mevcut olan ve Allah tarafından konulan kanun ve kaideleri inceleme ve araştırmalarla ortaya çıkarmaktır. Büyük düşünceler dar ve küçük düşünceleri yutarlar. Onun için aslında geniş olan İslam düşüncesini kendi dar idrakimize ve sınırlı bilgilerimize sığdırma yerine onu bütün azameti ile kavramaya gayret etmek gerekli. Müslüman; huzuru arıyorsa, İslâm’da bulur. Namazda, oruçta bulur, seherde, zikirde ve duada bulur. Camide, seccadede ve rahle başında bulur.
Derin manalar ve hikmetler arıyorsa; Kur’ân’da bulur, Sünnet’te bulur, onların en latif şerh ve tefsirleri olan tasavvufî külliyatta bulur. Her ne arıyorsa, bizde vardır, bizim medeniyet ve kültürümüz kâfidir. Hadis-i şeriflerde söylememiz tavsiye edilen şu ilanı, şu şahadeti; bu manada yeniden idrak etmemiz lâzımdır:
“Yeryüzünde muallim olmak istersen gökyüzünün talebesi ol!”
Tarihimizde ‘Nizamiye, Enderun’ ve benzeri muazzam eğitim müesseseleri kuran; dârulkurrâ, dârulhadis, dâruşşifâ, dâruleytâm ve benzeri sayısız mektepler vücuda getiren; toplumun terbiyesi için de dergâh ve tekkeler inşâ eden bir medeniyete sahibiz.
Bugün bu tarihî tecrübelerden mahrum eğitim yuvaları; orman yakmamayı, çevreyi kirletmemeyi, hayvana eziyet etmemeyi, doktora hakaret etmemeyi, öldürmemeyi yani en basit âdâb-ı muâşereti olsun öğretebilmekte midir? Dijital işgale, esarete ‘özgürlük’ diyebilir mi? Bu esaretten kurtarmadan ‘okuma alışkanlığı’ verilebilir mi? Düşünelim;
Çobanlığını yaptığı koyunlardan birini; ‘Keselim sen de yersin, sonra kurt yedi dersin!’ denildiğinde, titreyen ve ‘Allah bizi görmüyor mu?’ diyerek ihsan şuurunun zirvesini yaşayan o çobanlar, hangi mektebin talebeleriydiler? Mes’ûliyet içinde kıvranan, mükemmel adâlet ve merhamet dolu idaresiyle şehirlerde âdetâ fakirliği yok eden Ömer bin Abdülazizler, hangi idarecilik fakültesinden yetiştiler?
Onların yegâne muallimi Allah ve Resulü idi. Onlar kendi medeniyetlerinde, kendi öz kültürleriyle yetiştiler. “Bize Allah yeter! O ne güzel vekildir!” dediler. Örnekleri çoğaltmaya gerek yok. Düşünelim. “Yiğit düştüğü yerden kalkar” denilir. Milletçe eğitim sahasında düştük ve yine eğitim sahasında ayağa kalkmamız şarttır.