Kitabımız Kuran-ı Kerime, onun pratiği olan Sünneti Seniyyeye müracaat edilmeyince ‘yaşanması zor bir din’ algısı yerleştiriliyor. Rahatlarının kaçacağını düşünenler de inandığı gibi yaşamak yerine ‘yaşadığı gibi inanmak’ yoluna girerek yozlaşma ve dünyevileşme ‘hayat tarzı’ haline getiriliyor. Yaşanmayan, hayata intikal etmeyen, vicdanlara hapsedilmiş bir din ve iman sadece bir iddiadır. Dindarlık ise iddia ile olmaz. Dindarlık/dine saygı, dini olanı, dinde olanı yaşamakla ispat edilebilir.
Şeffaf, samimi, mert, dost, kardeş, temiz, güzel olacağız. Hoş gönüllü, hoş görülü olacağız. Saygıyla, sevgiyle, vakarla, inanç aydınlığıyla, iman/amel/ihlas istikametinin heyecanıyla dolacak içimiz. Birbirimizin bakışlarında sadece muhabbet dolu berrak ışıltılar göreceğiz. Hep beraber dualar edeceğiz, hak ve hakikati söyleyeceğiz; alnımızdan emeğin ve gayretin terleri süzülürken... Hidayet ışığına doğru, Allah’ın rızasına doğru, yürüyeceğiz. Unutmayalım ki yaşanmayan, hayata nüfuz etmeyen, sosyal tezahür imkânlarından mahrum bırakılan her inanç zayıflar, solar, küllenir. Bir nevi ‘algı/idrak operasyonu’ yapılmaktadır. Bunun temelinde dini bilginin ve kültürün iki temel kaynağı Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i seniyyenin yeterince dikkate alınmaması ve ilmîlikten uzak değişik gerekçelerle reddedilme eğilimi yatmaktadır. Müslümanların ya da Ümmet-i Muhammed’in Kitap-sünnet çizgisinde bir dini hayatı yaşaması ve sürdürmesi, onun hem hakkı hem de kimliğinin gereğidir.
Allah’ın bize verdiği sonsuz nimetlerin yanında bize kendi içimizden, bizi anlayan, bize karşı merhametli, bizi eğitip arındıran, bize Allah’ın âyetlerini anlayabileceğimiz şekilde okuyan, anlatan ve Kitab’ı ve Hikmet’i öğreten bir Peygamber göndermiş olması en büyük lütuflardan. Tam da Al-i İmran Suresinde (164) buyurduğu gibi: “Allah size (böyle bir) Peygamber göndererek lütufta bulundu.”
lemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Peygamber Efendimiz’in bizi çağırdığı dava bizi dirilten, bizi insanlık mertebesine çıkaran, bizi insan olarak var eden bir dava. Biz o davete icabet ettiğimizde ihya oluyoruz, insan olarak varlığımızı gerçekleştiriyoruz. Aksi durumda dalalet içerisinde yuvarlanıp gidiyoruz. O yüzden Peygamber’e destek doğrudan bizi dirilten bir ipe tutunmaktan başka bir şey değil. Peygamber’e vefa adına ona destek olmak ise esasen onun getirdiği Kitab’a ve o Kitab’ı en güzel şekilde, en iyi anlayacağımız ve uygulayabileceğimiz şekilde temsil ettiği Sünnet’ine tutunmaktan başka bir yolla mümkün olmaz. Peygamber’e vefa her şeyden önce onu en iyi şekilde anlamaya çalışmak ve sünnetini ihya etmekle mümkün.
Peygamber’e vefa her şeyden önce bize Allah’ın emriyle, eğitimiyle, talimatlarıyla ortaya koyduğu örnekliğe tabi olmakla yani daha özlü ifadesiyle Sünnetini ihya etmekle mümkün. Ancak onun Sünnetini ihya etmek için önce onu anlamak lazım. Peygamber’in yapıp söyledikleri, İlâhî Mesaj’ın dilimize, anlam dünyamıza taşınan ifadesiyle sıradan insanlar arası iletişimi aşan boyutlara sahip. Şunu bilmek gerekir ki, bütün insanlar arasında kendisine her yönüyle tabi olunabilecek, her hareketi, her davranışı, her jesti örnek alınabilecek tek kişidir Peygamber. Ona Kur’ân’dan başka bir mucize verilmediği buyurulur, yine Kur’ân’da. Ama bu hâli onun sergilediği mübarek şahsiyetiyle, insanî durumlarıyla, bizatihi bir mucize olarak var olmasını sağlamıştır.
“Bizim içimizden biri, çarşıda-pazarda dolaşan, alışverişinde pazarlık yapan, bizim gibi yiyip-içen, sevinen-üzülen, gülen-ağlayan, evlenen, çocuk sahibi olan, damat edinen, kızıp öfkelenen ve savaşan” biri olarak aynı zamanda bütün insanlar için ulaşılabilir, örnek alınabilir, taklit edilebilir mükemmel bir rol-model. Üstelik yaptığı her işin doğruluğu Yaratıcı tarafından doğrulanmış tek insan. Kendisine tabi olunduğunda hayatının her anından insanlara sadece rahmet, merhamet, şefkat ve hikmet sadır olan bir müstesna. Sünnetini ihya etmek için sîretini çok iyi bilmek ve anlamak gerektiği çok açık. İmanın mü’mine yüklediği yüke (sorumluluğa) rağmen mü’min, kötülüklerin yayılmasına karşı tepkisiz kalamaz. Allah katında önemli olmayan bahanelerin arkasına sığınamaz. Şartları, siyasi menfaatleri, kişisel ihtirasları, kabile ve ülke menfaatlerini kollama gibi gerçeklerle Allah’a isyanın yayılmasına karşı sessiz kalamaz: hatta isyanın yayılmasına imanın gerilemesine karşı aktif görev sorumluluğunu “din görevlileri” adı altında resmi vasıflı bir kitleye de terk edemez mümin.
İman bir nimetse her mümin o nimetin külfetine katlanmak zorunda olduğunu bilmelidir.
Yaşanmayan, hayata intikal etmeyen, vicdanlara hapsedilmiş bir din ve iman sadece bir iddiadır. Dindarlık ise iddia ile olmaz. Dindarlık ve dine saygı, dini olanı, dinde olanı yaşamakla ve kullanmakla ispat edilebilir. Bu noktada toplumumuzda iki hatalı tutum ve iddia dikkat çekmektedir. Bir yanda dini yaşama adına kişisel hayatlarında hiçbir eylem/amel/alamet bulunmayan bazı kimseler, dine son derece saygılı ve kalplerinin temiz olduğunu iddia etmektedir. Modern hayatın dayattığı her şeyi elinizin tersiyle itip kendimize mahsus (özgü) bir hayatın temellerini atıp bunun inşasını düşünmek zorundayız. Modernleşme (küreselleşme) karşısında ülkemizin toplumsal yapısından kaynaklanan problemler var. Bir de küresel problemlerden kaynaklanan yön var. Ayrıca ailenin çözülüşü var. Değişme dışarıdan telkinlerle değil, içerden inancımızın bize yüklediği misyonun bir gereği olarak değişmeli. Bunun için de değişkenlerle sabiteleri çok iyi bilmek gerekiyor. Müslümanlar bu hususa gereken dikkat ve hassasiyeti göstermiyorlar. ‘Biz’ kalarak değişmek, değişerek ‘biz kalmak’ mesele budur. Pergel örneğini de unutmayalım. Sabit ucu olan pergelle çemberi çizebiliriz. Kendi değerlerimize bağlı kalarak açılabiliriz. Merkeze dini, Kur’an’ı, Sünneti koymayan bir yapı; ‘sürü’ bir yapıdır. Şahsiyetli topluma olan ihtiyacımız İnşallah giderilecektir.
Giderek yaşayan değil, tartışan Müslüman olmaya başladık. Din, sadece iman değil, ameldir de. Anlamlı ve sağlıklı bir dindarlık için başkalarının dünyacı anlayış, uygulama ve telkinlerine kapılmadan, hayatı bize bahşeden Rabbimizin emirleri, uyarıları ve “alemlere rahmet” olan örnek kul son Resul Peygamber Efendimizin sünneti çerçevesinde yaşamak gerekmektedir. İslam, insanlık dinidir. İnsanlığın olmadığı yerde İslamlıktan bahsedilemez.
Her türlü ihtilafta, Allah ve Rasulünü hakem tayin etmek, nefsimize ağır gelse de ona razı olmak, mucibince amel etmek bizi kendimize, aslımıza döndürecek, âdet haline getirdiğimiz ibadetlerimize yeniden bir ruh kazandırmış olacağız.
Kitaplardaki değil, hayattaki haliyle “Müslüman, kendini yitirmiş bir değerdir” denilse yeridir. En büyük hastalığı, “dünya hayatına fazla rağbet etmek” diye özetlenebilir.
Hayat tarzımız dinimizi yaşayalım yaşatalım. Üstad Sezai KARAKOÇ’un ifadesiyle:
‘İslâmiyet’i öyle diri yaşa ki, seni öldürmeye gelen, sende dirilsin.’