Kur’an, sadece İslâm’ın Allah katında geçerli din olduğunu, Hz. Muhammed aleyhisselamın risaletinin de bütün insanlığı kapsadığını bildirir. Kur’an’ın beyanına göre Peygamberimizin görevi; irşat, tebliğ ve davetten ibarettir. Bunun için İslam’da ilke olarak dinde zorlamaya başvurmak yasaklanmış, gerçek olanla olmayanın birbirinden ayrıldığı belirtilerek iman edip etmeme, insanların kendi isteklerine, iradelerini kullanmalarına bırakılmıştır.
Kur’an-ı Kerim’de Peygamberimiz, “Allah’ın davetçisi” olarak nitelendirilmiş ona yüklenen davet görevi de “davet et” emrinin yanı sıra “tebliğ et”, “hatırlat” ve “uyar” gibi başka kelimelerle de dile getirilmiştir. Davet kelimesi genellikle “insanları İslam’a ve onun ilkelerini uygulamaya çağırmak” anlamında kullanılır. Kur’an’da da insanlar, “imana, İslam’a, Allah yoluna, Allah’ın kitabına, hakka, hayra, kurtuluşa, hayat kaynağına ve esenliğe” çağrılır. Bu yüzden davet, hem İslâm’ı kabul etmeyenlere hem de Müslümanlara yönelik olabilir. Davetin amacı, insanların doğru inanıp yaşamalarına yardımcı olmak; hedefi de İslami ilkelerin ve değerlerin insanlar tarafından kabul edilmesini ve uygulanmasını sağlamaktır. Peygamber Efendimiz, cahiliye müşrikliğinin devlet olduğu bir dönemde ve toplumda davet görevini üstlendi. O, insanları Allah’ı tanımaya ve Onun dinine uymaya çağırdı. Onlara şirksiz inancı, doğru yaşayışı ve güzel ahlakı öğretti. Tevhid sistemine dayalı bir düzen oluşturarak insanlığın hayrı ve dünyanın ıslahı için çalıştı. Rasulüllahın eğitiminden geçen ilk nesil Müslümanları, yeni dinin tarihte eşine rastlanmamış bir fedakârlık örnekliğini göstererek hem İslam’ı hayatlarına hem de başkalarına taşıdılar. Böylece beklenen ve özlenen nizamın yeryüzündeki ilk temsilcileri ve tebliğcileri oldular.
İslâm’ın yaşanarak tebliğ edilmesi, irşâdın en güzel şeklidir. Ashâb-ı kirâm, dünyanın en ücra köşelerine kadar iman sadâsını duyurmak ve insanları hidayete kavuşturmak için kendilerini İslâm’a adamışlardır. Bugün aynı vecd ve heyecanla İslâm’ın güzelliklerini dünyaya sergilemek, en güzel bir tebliğ metodudur. Kalplerin/gönüllerin fethi, beldelerin fethinden önce gelir. Allah’ın vahyini insanlara tebliğ etmekle vazifeli olan bu konuda, Taif dönüşü her ne isterse yerine getirileceği, istemesi halinde Mekkeli müşriklerin toptan helak edileceği Cebrail aleyhisselam tarafından kendisine bildirildiği zaman Rasulüllah Efendimizin söylediği şu sözler fevkalade dikkat çekmekte ve meseleyi bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermektedir. “Ben Rabbimden, onların yok edilmesini değil, soylarından muvahhid bir nesil getirmesini dilerim.”
İnsan onuruna sahip ve saygılı ilk muvahhid nesil ashab-ı kiram sayesindedir ki İslam, kısa zamanda insanları yeni hak din Müslümanlara karşı davet veya irşad görevi, din ve dünyalarına faydalı olan şeyleri kendilerine göstermek, öğretmek, emir bi’l-ma’ruf ve nehiy ani’l-münker yapmak, kendi nefsi için istediğini onlar için de istemek, onlara karşı böylesine samimi bir iyilik düşünce ve uygulaması içinde olmaktır. İslam anlayışında, Allah’a giden yolun adı “sırat-ı müstakim,” yani “dosdoğru yol”dur. Bu yolun yolcusunun imandan sonra en önemli sıfatı da Kur’an-ı Kerim’den ve Rasulüllahtan öğrendiklerini yaşadığı hayata yansıtmaktır. Dinimizi güzel temsil etmektir. Bu hususta Kur’an-ı Kerim’deki ifadesiyle “üsveyi hasene” güzel örnek olmak mecburiyeti vardır.
Vahiy, sünnet ve hadis, mü’minin aklını, şahsiyetini, hayatını inşa eder. Gerek siyer kitaplarımızı, gerekse hadis-i şerifleri dikkatli okuyup amel edersek ifrat ve tefride düşmeden itidalli ve istikametli bir yol izleyebiliriz. Son zamanlarda mü’minler olarak, ölçü ve dengenin kaybolduğu bir dönemi yaşıyoruz. Bu hercümerçden ancak ‘ehli sünnet vel cemaat’ ölçüsüyle kurtulabiliriz. Kitabımız Kur’an-ı Kerim’e, onun pratiği olan Sünneti Seniyyeye müracaat edilmeyince ‘yaşanması zor bir din’ algısı yerleştiriliyor. Rahatlarının kaçacağını düşünenler de inandığı gibi yaşamak yerine ‘yaşadığı gibi inanmak’ yoluna girerek yozlaşma ve dünyevileşme ‘hayat tarzı’ haline getiriliyor. Yaşanmayan, hayata intikal etmeyen, vicdanlara hapsedilmiş bir din ve iman sadece bir iddiadır. Dindarlık ise iddia ile olmaz. Dindarlık/dine saygı, dini olanı, dinde olanı yaşamakla ispat edilebilir.
Şeffaf, samimi, mert, dost, kardeş, temiz, güzel olacağız. Hoş gönüllü, hoşgörülü olacağız. Saygıyla, sevgiyle, vakarla, inanç aydınlığıyla, iman/amel/ihlas istikametinin heyecanıyla dolacak içimiz. Birbirimizin bakışlarında sadece muhabbet dolu berrak ışıltılar göreceğiz. Hep beraber dualar edeceğiz, hak ve hakikati söyleyeceğiz; alnımızdan emeğin ve gayretin terleri süzülürken hidayet ışığına doğru, Allah’ın rızasına doğru, yürüyeceğiz. Unutmayalım ki yaşanmayan, hayata nüfuz etmeyen, sosyal tezahür imkânlarından mahrum bırakılan her inanç zayıflar, solar, küllenir. Dinimizi yaşayarak, örnek olarak İslam ile insanı buluşturmalıyız. İnsanlık, İslam’ın kardeşlik idealine dönerek, yeni bir çıkış yolu bulabilir. Kur’an-ı Kerim, “bütün mü’minler kardeştir” diyerek, bu kardeşliğin temelinin iman olduğunu, yani Allah’a ve O’nun bildirdiklerine inanma olduğunu ilan etmiştir. Şekil bakımından olduğu kadar öz bakımından, iman kardeşliğine dönmek, insanlığın çırpınışına bir çare, hatta tek çaredir. Geçici dünyada ebedî hayatın kazanıldığı dünya…
Mazeret uydurmadan, “her hal ve şartta yaşanan dinimiz” olduğunu unutmadan, “hesap günü” vereceğimiz hesabı düşünerek Allah’ın rızasını kazandıracak salih amellerle dolu dolu bir ömür yaşamalıyız. Hayatın içinde yaşanması gereken, vicdanlara hapsedilmeyen, milletin, ümmetin, insanlığın tek umudu ve kurtuluşu olan dinimiz İSLAM’ı yaşayacağız, yaşatacağız. Yaşadığımız fâni dünyanın ebedî hayatın kazanılacak olan dünya olduğunu unutmayalım. Her türlü yaşadıklarımızın da “imtihan dünyası” içinde sabır-şükür-kanaatle olması gerektiğini de unutmayalım. Tefekkür, tezekkür, teşekkürlü dünya…