Gönül dostum, dâvâ arkadaşım, can yoldaşım Yaşar Kaplan’ın 28 Şubat’ın cezalısı olarak sürgünde bir süredir pankreas kanseri tedavi görürken vefat etmesi, her Müslüman kardeşini derinden üzmüştür. Özellikle de 28 Şubat cehenneminin ateşinden yananları, yazar ve fikir adamı bu kardeşimizle ilgilenmeyenleri, gurbet ellerdeki sıkıntısını paylaşmayanları da (biraz da vicdan azabı çektiklerinden) daha derinden etkilemiştir. Rabbim, Yaşar Kaplan’a rahmetiyle muamele eylesin. Hepimizi cennetinde bizleri buluştursun.
O meş’um günler unutulmasın. Bugünlerde “hak, hukuk, adalet” naraları atanların beğenmedikleri sivil mahkemelerce değil, (sivil mahkemeler, darbeci askerlerin emri altında idi. Buna rağmen sivil mahkemelere de güvenmedikleri için) Genelkurmay Askeri mahkemede yargılanarak Demokrasi Risalesi adlı deneme kitabı sebebiyle 3 yıla yakın cezaevinde kaldı. AK Parti öncesinde, sivillerin, hatta gazetecilerin, askeri mahkemelerde yargılandığını, askeri cezaevlerine konulduğunu da unutmayalım. 28 Şubat zalimlerinin serbest bırakılmasını isteyenleri de.
28 Şubat kimleri silip süpürmedi ki! Aileleri dağıttı, gençlerin okuma haklarını ellerinden aldı, hayatı yeni yeni tanıyan insanları hapislere tıktı; korku tünelleri oluşturarak inanan insanların dünyalarını kararttı.
28 Şubat’ı yaşayan “Türbanlı öğretmenlere yakın bir görüntü sergileyerek, bazı ast ve üstleriniz nezdinde 8 yıllık zorunlu eğitime karşı ve karşı olanlarla gönül bağı olan bir kişi olduğunuz kanaatinin oluşmasına meydan verdiğiniz tespit edilmiştir” gibi soyut cümlelerle (hem de M. Eğitim Bakanlığı müsteşarı Bener Jordan imzasıyla) idarecilik görevine son verilen Moğoltay’ın getirdiği hâkimin “Sizin zihniyettekileri idareci bile yaptırtmamak lazım” dedirten bir dönemi yaşamış bir kardeşinizim. Yaşar Kaplan’ın vefatı beni tekrar o günlere götürdü. 28 Şubat postmodern darbesi, Müslümanları İslâm’dan uzaklaştırma projesinin son perdesidir. “İrtica tehdidi” yaftasıyla, toplumun İslâmî kimliğinin yok edilmesi ihanetidir. Batı’nın (ABD, İsrail dahil) Müslümanları İslâm’dan uzaklaştırmak hedeflerini içimizdeki uşaklarına yaptırttığı darbedir. Türkiye’deki sivil ve askerî oligarşi, irtica dediği İslâm’ı Türkiye’nin bir numaralı güvenlik tehdidi olarak gördüğü, gösterdiği günler. 28 Şubat’ı yapanlar; böylelikle küresel sistemin kölesi olduğunu bir kez daha gözler önüne serdiği günlerdi. Aldıkları emri yerine getirme eylemi yapılan bu proje ihanetin boyutu. Toplumun İslâmî köklerini kurutmak amacıyla İmam-Hatipler kapatıldı, Kur’ân Kursları 15 yaş öncesi çocuklar için yasaklandı, başörtülü kızlara üniversitenin kapıları kapatıldı! İslâmî kimlik aşağılandı, laik kimliği, İslâmî kimliğin yerine konmaya çalışıldı. İslâmî kimliğin ve duyarlıkların bastırılması, laik kimliğin ve duyarlıkların dayatılması gerçekleştirildi. Şimdi seçim öncesi bunu yapanların yaptıklarını “helâlleşme maskesi” yuvarlak masanın yuvarlak adamlarına da aldanmayalım. Merhum Yaşar Kaplan kardeşimizin cezalandırıldığı “Demokrasi Risalesi” kitabından bir iki paragraf naklederek sizleri okuyacağınız Fatihalar ve dualarla baş başa bırakıyorum.
“İslam’dan gene ağzı var dili yok bir varlık olarak yaşantısını sürdürmesi, siyasetle uğraşmaması, kimsenin etlisine sütlüsüne karışmadan kendine ayrılan köşesinde uslu uslu oturması, sadece kültürel bir çeşni olarak rengarenk dünyamıza göze batmayan bir başka renk olarak katılmaya razı olması mı istenecektir?
Hani düşünüyorsunuz ki, Müslümanlık da, devrini tamamlamış öteki dinler gibi hayata müdahale etmese, toplumun yönetimiyle ilgilenmese, iktidarların yaptıklarına yapacaklarına karışmasa iyi olacaktı, ama öyle değil işte. Hani düşünüyorsunuz ki, Müslümanlık da mesela Hıristiyanlıkta olduğu gibi, haftada bir kez yahut yılda birkaç kez mabed ziyaretinden ibaret bir din olsa; mesela, Ramazan bayramlarından şeker yemekten, kurban bayramlarında et yemekten ve yılın birkaç kutsal gecesinde mevlid şöleni yapmaktan ibaret olsa, hem gönülsüz Müslümanların işi kolaylaşacaktı, hem de dünyadaki laik olduklarını iddia eden teokratik düzenlerin işi kolaylaşacaktı. Her iki taraf da rahat edecekti; ama ne yapalım ki öyle değil işte.
Partilerin her vesileyle laiklikten dem vurmaya son vermelerini beklemek yanlış olacaktır; çünkü laiklik konusunu istismar etmek Türkiye gibi bir ülkede resmi bazı kuruluşlar ile özellikle dış güçlerin gözüne girebilmek için başlı başına bir siyasi yatırım vasıtası olarak görülmektedir. Ama aynı partiler, laikliği yerine oturtuyoruz diyerek bazı kişi veya kurumların laikliği paravan olarak kullanarak inanan insanlara karşı zulüm ve cürüm işlemeye kalkışmalarından doğabilecek sorunlar üzerinde de şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da hiç durmayacaklardır. Bu ‘devletlü’ partiler asla bilmeyecekler ki, işler sadece bazı ibadetlerin icrası açısından değil, aynı zamanda dini eğitim açısından da sarpa sarmaktadır. Bu memlekette Müslümanlar, resmi okullarda İslam’ı kendi temel kitaplarından öğrenme şansından yoksun bırakıldıkları gibi, gayr-ı resmi olarak öğrenme şansından da yoksun bırakılmaktadırlar. Bu memlekette Namaz’ın ifası da, Hacc’ın ifası da birer ‘tören icrası’ haline getirilmiştir. Hacı adayları, olimpiyatlara futbol takımı veya güreş takımı götürür gibi ‘ay-yıldızlı milli formalarla’ donatılarak takım takım ayrılmakta ve başlarına birer adet antrenör tayin edilerek Hacc’a götürülmekteler ve orada daha başka memleketlerden gelen daha başka ‘milli takımlar’la karışıp kaynaşmasınlar, tanışıp dertleşmesinler diye birbirlerine mümkün mertebe yaklaştırılmadan, tecrid şeritleri el kuşatılmış olarak dolaştırılmakta ve öylece, götürüldükleri gibi geri getirilip Türkiye topraklarına boşaltılmaktalar. Dini serbestlik görüntüsünün gerisinden durumun hiç de öyle olmadığını anlamak için bu kadar konuşmaya bile gerek yok aslında.
Hangi çağda, hangi sistemde ve dünyanın neresinde yaşıyor olursak olalım, insanlar arasındaki uyum ve kaynaşma iki sebebe bağlıdır. Birincisi, kimse kimsenin düşüncelerini haksız yere zor kullanarak yasaklamaya kalkışmamalıdır. İkincisi de, gene kimse kimseye düşüncelerini zora başvurarak benimsetmeye kalkışmamalıdır. İnsanların birbirlerinin düşüncelerine saygı göstermesini bilmediği yerde ne seçim olabilir ne de geçim. Türkiye’nin ana meselesi budur bizce. Bir yanda düşüncelerinden korktuğu insanlar için yasaklar getirmekten başka bir şey bilmeyen aciz bir sistem, öbür yanda düşünceleri yasaklandığı ve inandığı değerler hiçe sayıldığı için mücadeleye tutuşmak zorunda kaldığı halde nasıl mücadele etmesi gerektiğini tam bilemeyen dağınık bir kitle. Bir yazar olarak inancımın ve halkımın ezilmek istendiği bir ortamda, bize zulümden başka verecek bir cevabı olmayan bir sisteme karşı böylesine bir çıkış yapmayı vazife telakki etmiştim. Müslümanlık ve yazarlık onurum zaten başka türlü davranmama da izin vermezdi. Söyleyeceğim her sözün bedelini ödemeye hazırdım ve nitekim bu eserime karşı sistemin benden istediği bedeli de fazlasıyla ödemiş bulunuyorum. Ne yazık ki demokrasi düşüncesi Türkiye’de bizim halkımız için değil de sanki hep yabancılar için düşünülen bir şeymiş gibi pratiğe aktarılmaya çalışılmıştır. Bir kurum olarak Demokrasi, Türkiye’ye hükmeden yabancı güçlerin ülkemizin bağrında sığındıkları son kale, kendi topraklarımız üzerinde canımıza kasteden yabancıların kaçabilecekleri son delik gibiydi sanki. Demokrasi deyip duruyorlardı, ama bunu kesinlikle halkımız için istemiyorlardı. Halkımızın anasını ağlatıyorlardı ve bunu demokrasi diye diye yapıyorlardı. İnsan haklarımızı demokrasi diye diye çiğniyorlardı. Din ve vicdan hürriyetimizi demokrasi diye diye ihlal ediyorlardı. İnanç ve ibadet hürriyetini demokrasi diye diye hiçe sayıyorlardı. Düşünce hürriyetini gene demokrasi adına ortadan kaldırıyorlardı. Peki, halkımızın yüzünü güldürmeyen bir demokrasi, ne biçim bir demokrasiydi ve bu demokrasi halkımız için değilse kim için isteniyordu? Bir yazar ve halkını düşünmez zorunda olan bir Müslüman olarak bütün bunları görüp de üstüne gitmemek, benim yapabileceğim bir şey değildi.”