Allah, insana tabiat, hayat, dünya ve ahiret hakkında sahih ve doğru bilgiler vererek insanın içini dışını temizler ve böylece insanı yavaş yavaş alçaktan yükseğe, zilletten izzete, süfli ve hayvani hayattan insani ve kutsal hayata çıkarır. Ferdi ve sosyal hayatla ilgili hiçbir şey yoktur ki İslam orada tecelli etmesin, onunla ilgilenmesin. Din; insanın hem dünya hem ahiret saadeti için Allah’ın ona teklif ettiği iman ve amel bütünüdür. Bir Müslüman, tabiî olan meyillerinden hiçbirini öldürme düşüncesinde olmaz. Dünya nimetlerinden hiçbirini küçük görmez. Hayat mücadelesinden yaşama azminden ve ahireti kazanma gayretinden geri kalmaz.
İslam dini, insanın tabiatına uygun bir hareket ve hayat kaynağıdır;kuvvetini ezeli iradeden alır ve bununla beşerin tabiatını terbiye eder, bağlılarını harekete geçirir. İslam’ın bütün esasları hayatla ilgilidir. Müslümanlıkta, din ve dünya ayrılığı, dünya – ahiret aykırılığı yoktur. Din ve devlet işlerinin ayrıldığını hep gündemde tutarak dinimizi hayatın dışına çekme gayret ve dalaleti; İslam’ın görüşüne dünya-ahiret denge ve ahengine aykırıdır, İslam dışıdır. İslam hak ve hakikat imanı; bireyin ve toplumun, sıhhati, hukuk, iktisat ve ahlak nizamı; sanat düzeni huzur ve beka duygusudur. İslam, hayatı bütünüyle içine alıyor; dünya ve ahirete ruh ve cesede fert ve cemiyete aynı önemi veriyor o bizim imkânsızın peşine düşmeye değil fakat bizde var olan kabiliyetlerden en güzel bir şekilde faydalanmaya ve gerçekte daha yüksek bir seviyeye ulaşma yollarına sevk ediyor. O yollar arasında İslâm, bir yol değil, tek yoldur. Hayat nizamı Kur’an yolu! Onun esaslarını getiren zatta rehberlerden bir rehber değil, gerçek ve tek bir rehberdir. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed sallallahü aleyhi vesellem.
Bu dine işine geldiği gibi değil, nâzil olduğu gibi inanan ilk Müslümanlar topluluğu, insanlığı gölgesi ve idaresi altında mesut etmeye, ilerletmeye dosdoğru yolu takip edip dünyayı imar ederek yeryüzünün bereketini arttırmaya muktedirdi. Bu topluluk, insanlığın iyiliği için en hayırlı en çok çalışan kimselerdi. Sahabe-i Kiram, bu hayata boyunlara geçen demir bir zincir gözüyle bakarak ona düşman olup onu kırmaya yeltenmiyorlardı. Aynı zamanda onlar hayata ‘ele geçmeyecek bir zevk ve safa’ nazarıyla da bakmıyorlardı. Hiçbir saatlerini boş geçirmiyor ve hayatın nimetlerinden asla çekinmiyorlardı. Ayrıca dünyayı insanın kurtulması gerekli bir işkence ve azap yeri saymadıkları gibi yeryüzündeki nimet hazine ve faydalı şeylere metruk bir mal gözüyle bakıp bunun için birbirlerini öldürmüyorlar ve zayıf milletleri ganimet sayıp onları avlamak için birbirileriyle yarışa da girmiyorlardı. Aksine bu hayırlı ümmet dünya hayatını Allah’ın bir nimeti, her türlü hayrın temeli ve sebebi olarak kabul ediyorlardı. Müslümanlar, dine hizmeti, dünyevi kurum ve kuruluşların vücuda getirilmesiyle canlandırıyor, ‘ahireti düşünüyorum’ diye dünyayı da ihmal etmiyorlar, onun kalplerine girmesine razı olmuyorlardı. Sahabe toplumunda olduğu gibi bütününde bu denge korunmalıdır. Din bize sahabe-i kiramın anladığı ve uyguladığı nizam olarak geldi. Bu ölçülü/dengeli görüş ve yaşayış biçimi giderek değişti. Birtakım ya dünya lehine ya da ahiret lehine aşırı telakki ve uygulamalar, Müslümanların günlük hayatına nüfuz etti. Müslüman toplumlar bu ölçü/denge dışı görüş ve yaşayışlar yüzünden ciddi sarsıntılar geçirdi. Kişilik ve kimlik kaybına uğrar hale geldiler. Ahlakî davranış sadece iyi şartlarla sınırlı bir sorumluluk değil, her şartta yerine getirilmesi gereken bir hükümlülüktür. Şartların değişmesiyle değişen bir davranış, ahlaki olma özelliğini kaybetmiştir. Mü’min deyince ilk akla gelen özellik ‘güvenilir olma ve güvenme’ özelliğidir.
Müslümanlar artık her harekette ‘öncelikle kişisel çıkarlarının ne olacağını hesap etme’ hastalığına bulaşmışlardır. İlk bozulma Müslümanların dünya-ahiret dengesini kaybetmeleriyle başladı. Bunun diğer adı, dünyevileşme ve rahatına düşkün olmadır. Fedakârlık ve feragat gibi insanı ve İslami sıfat ve uygulamalar unutulmuş/unutturulmuş, ‘dünyevîleşme’ hastalığı bulaşıcı hastalık haline getirilmiştir. Bu hastalığa bulaşanlar, menfaatlerinin sadık kulu, daimi hizmetçisi ve bekçisidir. Hiç şüphesiz, onları böyle hareket ettiren, dünyaya karşı içlerinde besledikleri sevgidir.
Rahmet ve mağfiret iklimi olan üç aylara girdik. Bizler bu mübarek vakitlerde ömrümüzün muhasebesini yapar, yaratılış gayemizi yeniden idrak ederiz. Kulluk ve ibadete, hayır ve hasenata, iyilik ve güzelliklere her zamankinden daha fazla yönelir, gönül dünyamızı imar ederiz. Hayatın karmaşası içinde ihmal ettiğimiz görev ve sorumluluklarımızı hatırlarız.
Üsveyi Hasene (Güzel Örnek) olan Peygamberimiz, bunu temsili olarak şöyle dile getirir: “Dünyada bir garip ya da bir yolcu gibi ol. Bütün kötülüklerin başı, dünya sevgisidir! Benden sonra, size dünya nimetlerinin ve ziynetlerinin açılıp onlara gönlünüzü kaptıracağınızdan korkuyorum! Hakkınızda darlık fitnesinden çok, bolluk fitnesinden endişe duymaktayım! Çünkü siz sıkıntıyla denendiniz, sabrettiniz. Hâlbuki dünya (nimetleri) gerçekten çekici ve tatlı/aldatıcıdır.” Buyurmuştur. Resulüllah’ın şu duası bu açıdan önemlidir: ‘Ya Rab! Bizi en büyük derdi dünya olanlardan ve ondan başka bir şey bilmeyenlerden eyleme!’ Vahyin rehberliğine tâbi olmayanlar, kendi heva ve heveslerine tâbi oluyorlar demektir. Allah’a teslim olmayanın teslim olacağı tek kapı, keyfi yargılarının ve içgüdülerinin oluşturduğu arzu ve istekleridir.
İslam, insanı sadece Allah’ın kulu olarak görmek ister. Secde, teslimiyetin altına beden diliyle atılan imzadır. Rükû da Allah’tan başkasının huzurunda eğilmemektir. Dünya ve nimetleri, ona bu kutlu görevinde yardımcı olacaktır. Siz dünyayı esir alacaksınız, o sizi esir almayacak. Hem dünyayı başkalarına bırakmayacaksınız, hem de kendinizi dünyaya bırakmayacaksınız, hedefiniz dünya olmayacak, dünyayı bir araç olarak göreceksiniz.