Ortak kültürümüz yok edilip, zihin işgaline uğrayınca, uğratılınca kendi kavramlarımızla düşünemez hâle getirildik. Mesela özgürlük adı altında arzu ve isteklerinin esiri, kulu olan bir yapıya “Allah’ın kulu” nasıl öğretilebilir? Zihnen, kültürel olarak sömürgeleştirildik. Müslümanca idrak ve düşünme melekeleri kaybettirilerek ‘hafıza kaybı’na uğrayan bir topluma kendi değerlerini nasıl öğreteceksiniz? Hassasiyetleri kaybettirilen bir toplum, yanlışa tepki gösterebilir mi? Bu topluma Allah’ın kulu, Allah’ın boyası nasıl anlatılmalı?
“Allah’ın boyasıyla boyandık. Kim Allah’tan daha güzel boya vurabilir ki? Biz yalnız O’na kulluk ederiz” (deyin). (2 Bakara 138) (Allah’ın boyası fıtrat, yani insanın doğasıdır. İnsanın tek doğal boyası budur. Onun üzerine sürülen bütün boyalar sentetiktir. Zımnen; Müslüman olmak bir başka boyayla boyanmak değil, sentetik boyaları atıp kendi öz boyasına dönmektir. Bu yüzden İslam’a dönüş, öze dönüş kendine geliştir.) “Allah’ın boyası” (sıbgatellah) deyimine tefsirlerde “İslâm, İslâm boyası, Allah’ın ezelî-ebedî değişmez dini (ed-dînü’l-kayyim), bütün peygamberlerin bildirdikleri din, Allah’ın insan tabiatına lutfetmiş olduğu temiz fıtrat, Allah’ın kanunu (sünnetullah), Allah’ın arındırıp temizlemesidir.” İlk peygamberden sonuncusuna kadar değişmeyen dindir. “Allah’ın boyası” da bu hak dinden veya bu dine uyma ve onu yaşama sayesinde kazanılan ruhî-ahlâkî kemaldir. Gerçek iman öyle boyalı suya girip çıkmakla kazanılamaz. Gerçek iman, Allah’ın boyasıyla boyanarak, Allah’ın, yaratılışta insanın temiz fıtratına aşıladığı hak dinle bezenerek kazanılır. Allah’ın insanlığa verdiği böyle bir din ile boyanıp bezenmekten, böyle bir fıtratla donanmış olmaktan daha güzel bir şey de yoktur.
Âyetin ifadesine göre Müslümana yakışan da kendisine ve genel olarak insanlığa bu güzellikleri bahşetmiş olan Allah’a, lâyık olduğu şekilde kulluk etmektir. Bu kulluğunu bir şükran ifadesi olarak dile getirmektir. Bu şekilde inanıp kulluk eden insan Allah’ın hak dine veya tevhid inancına yatkın olan fıtrat boyasıyla boyanmış olup bundan güzel bir arınma ve bezenme de yoktur. Çevreye uyma yerine, çevreye rengimizi vermemiz gerekiyor. Isıtan ve ışıtan yapımızı da unutmayalım. Güneş gibi ısıtan ve ışıtan. Çevreden, insanlardan, tabiattan, fıtrattan, maddi ve manevi iklimden uzaklaştırılan insanımızı bu yalnızlıktan kurtarmamız gerekiyor.
İnsanlığın bu bırakıldığı/bıraktırıldığı yalnızlıktan kurtulması, fıtratına dönmesi, yalnız Allah’a kullukta buluşmasıyla mümkündür. Rabbine kul olduğunu unutanlar; elindeki imkanlara kul olurlar, esir olurlar. Dünyevileşme, Allah’a kulluğu unutturur.
Bütün Müslümanların bilmek, inanmak mecburiyetinde olduğu kelimeyi şehadetteki “abdühü ve resulühü”yü düşünerek hayatını düzenlemeli. Peygamberimiz önce kul, sonra elçi! Kul olmadan elçi olmaz. Allah’a kulluk, esas olarak görülürse başka hiçbir şeye kul olunmaz. Kulluğun en üst derecesi Peygamberlerdir.
Kulluk anlayışı; sadece ibadetlerle sınırlı değil, hayatın her alanında bu kulluğun şevk ve vecd içinde yaşanmasını hedefleyen kuşatıcı bir anlayıştır. Bu kulluk; dünya hayatını, küçük görülecek ve terkedilecek bir hayat değil, değerlendirilecek, imar edilecek, ibret alınacak, şükür duyguları içinde nimetlerinden hem istifade edilecek ve hem de başkalarına faydalı olunacak kıymetli bir hazine olarak görür. Dünya ve içindekilere gönül vermek değil, ebedî hayatı kazanmamızın vesiledir, aracıdır. Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine riâyet ve tazimle beraber, mahlûkatına şefkatli olmak gerekir. Müslümanın en güzel göstergesi (üsveyi hasene olması) fedakârlık ve samimi bir kullukla elde edilir. Her akl-ı selim sahibi Müslümanın, farzları edâ, haramlardan kaçındıktan sonra, dikkat edeceği husus, milletimize, ümmete, insanlığa, mahlûkata hizmet ve yararlı olmayı benimsemesidir. Sırf Allah Teâlâ’nın rızasını ‘imtihan dünyası’nı kazanmanın yolu da bedenî, fikrî ve malî hizmette bulunmaktır.
Kulluğumuzun gayesi yeryüzünde Allah’ın istediği büyük, köklü ve kapsamlı değişim ve dönüşümü gerçekleştirebilmektir. Bu değişim ve dönüşümü gerçekleştirecek kulluk şuurunun en belirgin özelliği ise her hal ve şartta dinini yaşamak ve yaşatmaktır. Dini; hayatın dışına çekip, vicdanlara hapsedenlerle mücadele etmektir. Karşısına çıkan bütün engelleri aşabilecek, cihad ruhunun cesareti, ihlası ve adanmışlığa sahip olması, emri bil maruf nehyi anil münkeri yapmasıdır. Bir kötülüğe sessiz kalmak o kötülüğe ortak olmak anlamını taşır.
Bir kötülüğe sessiz kalmak o kötülüğe ortak olmak anlamını taşır. Bunun en tipik örneği Salih Peygamber’in kavminin sınav aracı kılınan deveyi kesmesinde görülür. Kur’an “Onu kestiler fakat pişman oldular” diyor. (26;157) Aslında deveyi kesen bir kişidir. Ama ayette suçlanan bu olaya seyirci kalan toplumun tamamıdır ve bela sadece bu işi yapanı değil bu işe sessiz kalan bütün toplumu kuşatmıştır. Kişinin kendisini koruması, başkalarını korumasıyla çok yakından irtibatlıdır. İnsan sosyal bir varlıktır, etkiler ve etkilenir. İnsanı şekillendiren çevredir, çevreyi şekillendiren de tabii ki insan. O halde, siz çevreye renginizi vermiyorsanız, günün birinde çevre size rengini dayatacaktır. Bir toplumun en hareketli, en canlı, en gayretli kısmını iyiler değil de kötüler oluşturuyorsa, bu o toplumun yavaş yavaş intiharı anlamına gelir. İyiliği emri kötülükten nehyi; tesadüfe bırakmayan İslam, sorumluluğu da iman edenlere vermiştir.
Okuduğumuz Kur’an-ı Kerim; siyasetimize, kanunlarımıza, hukukumuza etki etmiyorsa, kıldığımız namaz bizi haksızlıktan, adaletsizlikten, rüşvetten ve torpilden alıkoymuyorsa, örttüğümüz tesettür bizi gösterişten, lüksten, israftan, gıybetten ve ahlaksızlıktan alıkoymuyorsa, bıraktığımız sakal bizi daha ahlaklı daha adil ve daha merhametli yapmıyorsa bizim ibadetlerimiz, sadece camilere, seccadelere ve rahlelere hapsolmuş demektir. Oysa bize düşen “Benim namazım-niyazım, (hac, kurban gibi) diğer bütün ibadetlerim, kısaca hayatım ve ölümüm, âlemlerin rabbi olan Allah içindir” (6 Enam, 162)
Kulluk özgürlüktür. Allah’a kul olan; eşyaya ve kula kul olmaz. İlahi talimatında bildirildiği gibi “Benim ferdi, aile ve iş hayatım, ekonomik, hukukî hayatım, siyaset ve ilmi hayatım yani bu dünya hayatında nefes alıp verdiğim her zaman ve mekân, doğum ve ölüm arasında yaşadığım her an; âlemlerin rabbi olan Allah içindir.” Demek, bildirilen hayatı inşa etmek İşte bu şuurla yapılan her iş ibadettir, kulluk vazifesinin ifasıdır. ‘Zamana uyma’ propagandaları yanında, Müslümanları İslam dışı hayat tarzına zorlayıcı sosyo-ekonomik kurumların bol miktarda kurulmuş ve kurulmakta olduğu gerçeği, bu konudaki tehlikenin büyüklüğünü en açık ve en acı şekliyle gözler önüne sermektedir. Bu noktada Müslümanları iki neticeden biri beklemektedir: Zamanın akışında erimek ve ebedî hayatı (sonsuz sonu) kaybetmek. Yahut zamanın akışına soylu bir karşı çıkışla hayatı Hakka uydurmak ve ebedî hayatı kazanmak. Zihnin, zamanın, zeminin hâkimi olmasıdır. (Devam edeceğim İnşallah.)