Her zaman olduğu gibi yine insanımız, karmakarışık duygular, bomboş işlerle meşgul. Dindar olarak bilinenler de İslâmi ölçüler, kendi idrak ve anlayışlarını, yetişme tarzını, dijital işgalin ve kendisinde olamayışının tezahürlerini yaşıyor. Yaşananlara birer cümleyle temas etsek bile yazı uzar.
D. Mehmet Doğan: “100. yıl marşı ve edebiyatımızın, sanatımızın geldiği nokta!
Türkiye Cumhuriyeti'nin 100.Yıl marşı Özel Konseri’nde tanıtıldı. Gazi’nin dönemler içinde durumlara göre değişen, farklılaşan, hatta birbirini tekzip eden portreleri var. Adaletin değil katliamın hukuk adı altında yapılan İstiklâl Mahkemelerinin astıklarına bakın yeter.
Bayrağımız gibi, İstiklâl Marşımız da Cumhuriyet öncesine aittir. Her şeyi Cumhuriyet’le başlatanlar, bayraksız ve millî marşsız bir devlet olabileceğini sanıyorlar!
Köksüzlük iddiası hastalıklı bir haldir. Keşke 100. Yıl Marşı’nı yazan marşın ne olduğu üzerinde biraz tefekkür etse idi! İstiklâl Marşı’nın her bakımdan büyük anlam dünyasına nüfuz etmeye çalışsa idi. Onu temel alarak geleceğe yönelik Türkçe mısralar yazsa idi.
Bu marş hem sözleriyle hem müziği ile büyük çöküşün ilanıdır. Kültürel alanda siyasetsizliğin trajik başarısıdır!”
Avrupa Şampiyonu olan Kadın Milli Voleybol Takımı'nın öne çıkan lezbiyen kızın paylaştıkları mesajlara bakın tiksinirsiniz. Bir de “millî” kimlik verilmez mi?
Büyük bir İstiklal ve Çanakkale savaşlarından, 1920 TBMM açılışından sonra tarihimizi, yapılanları, Cumhuriyetin ilanını, Tek Parti (CHP) dönemini, yapılan inkılapları yapanların yoluna kutsiyet izafe etmek büyük bir hatadır. Hâlâ karma eğitimden kurtulamadık. Hâlâ özel Dini okullar açamadık. Hâlâ şahısların putlaştırılmasından kurtulamadık. Adam sağmış gibi anıt kabrinin başında deftere sanki bizim yazdıklarımızı okuyormuş gibi yazılar yazıp, heykellere selamlar çakıp, çelenkler koymaya devam ediyoruz. Toplum olarak, yorucu, yakıcı, keskin ve tehlikeli bir ayrışmanın, anlayışsızlığın içindeyiz. Milli ve dini duygulardan habersiz bu nasipsizler.
Belli ki tarih bilgisinden veya mesuliyetinden de yoksunlar. Milli konuların siyaseti, partisi yoktur ve olamaz. Bir yandan dini yani milli değerlerle kavga etmek, diğer yandan da milli takım yani bayrak savunuculuğuna soyunmak. Bizi birleştiren her unsur millidir. Kendi insanına, toprağına, tarihine, kültürüne yabancı kalmak. Bu, milli bir tavır mıdır? Millî olmak, bu milletin mayasının İslâm olduğunu bilmektir. Bizi millet yapan, İslâm dininin tâ kendisidir. Dini dışarıda bırakarak milli mutabakat sağlayamazsınız. Bu ülkede, dini dışarıda bırakarak bir iş yapmaya kalkarsanız, ortaya genetiği ile oynanmış ucubeler çıkar. Türk hayatı, İslâm hayatıdır. Biz, milli varlığımız başta olmak üzere, her şeyimizi İslam’a borçluyuz. Fitne, sadece insanları birbirine düşürmüyor, milli birliği de yok ediyor. Milli meselelerde kenetlenmiş bir ülke arzu ediyoruz.
“İyi insanın hüzünlenmesi hayra alâmet değil” sözü boşuna söylenmemiş. Şöyle söyleyelim: Milletin mahzun edilmesi gayretullaha dokunur. Yapmayınız bunu. Geliniz, akılla-fikirle-ilimle ve şu milleti asliyetlere lâyık gören bir gönül zenginliğiyle meselelerimize eğilelim.
Edeb ve ahlakımızdan dolayı bunlara yazdıkları ve konuştukları ağızdan cevap veremiyoruz
Şöyle düşünmemiz şarttır: Benim “kul” olarak görevim, bir nefeslik nasibim kalsa da, kaderi asla değil, bu hayatı ve bu dünyayı değiştirmeye çalışmaktır. Müspet değişim görünce sevinirim, menfi değişim görünce üzülürüm elbet. Her iki halde “itidal” ölçüsüne sarılmak ve sığınmak suretiyle mücadele aşkımı ancak canlı tutabileceğimi de bilirim. Zannediyorlar ki İslâm hayattan uzaklaştırır. O’nun için de ancak yaşlanıp elden ayaktan düşünce dine yönelmeyi planlayarak, şimdilik yaşamaya (!) devam ederler. Halbuki İslâm hayattır, aydınlıktır, berekettir. İnsan İslâm’dan uzaklaştıkça hayattan da uzaklaşır, nefes alıp vermekte olan bir ölü haline gelir.
İslâm’a davet hayattan uzaklaşma değil, hayatı yaşanır hale getirme davetidir. Hangi insan bir mesele söyleyebilir ki, küçük bir İslam irtibatıyla çözemesin. Bir yabancı, kendimize yapılmasını istemediğimiz şeyi başkasına da yapmamamızı bildiren ölçüyü duyunca, “Yalnız bu dahi, bütün insanları mutlu etmeye yeter” demiş. Daha nice ölçüler var. Hangi meseleyi, hangi sıkıntıyı dile getirirlerse getirsinler, cevabı gayet kolaydır. Yeter ki gösterilen çareyi uygulayabilmeye takatimiz, liyakatimiz olsun.
27 Nisan’ları, 28 Şubat’ları yapanlar ayrı, sanki 15 Temmuz’u yapanlar ayrı askerlermiş gibi toplumu şartlandırmaya çalışıyorlar. Güzel ve milletinin, ümmetinin insanlığın faydası için çalışanların takdir edilip yardımcı olunması gerekirken, aynı düşmanların kin ve öfkesini taşıyanlarla, vatan/millet/devlet düşmanları veya ihanet içinde olanlarla, bu zihniyeti taşıyanlarla ne yapabiliriz? Neyi paylaşabiliriz ki…
Ne kadar zor bir mücadele döneminden geçtiğimizin farkında mıyız? Bu şartlardan kurtulmanın tek çaresi Allah ve Rasulü’nün ölçüleriyle hareket etmektir. Şeklî dindar gözükenlerin yaptıkları yanlışlıkları dine mal edip dinden soğuma yerine Dinimizi, Kitabımız Kur’an-ı Kerim’i ve onun uygulayıcısı ‘iki ayaklı Kur’an’ olarak vasıflandırılan Peygamberimizi sahih kaynaklardan öğrenmeden, öğrendiklerimizle amel etmeden kurtulamayız.