12 Eylül’ü düşünürken gençlerimizle dertleşmek ihtiyacı hissediyorum. Baş döndürücü değişim, dönüşüm her alanda büyük bir hızla sürerken gençlerimizin sosyal medyada kaybolması, kalabalıklar içinde yalnızlığı yaşamaları, dinamikliğinin dinamitlenmesi beni düşündürüyor. Eğitim sistemimizin durumu da perişanlıktan kurtulamadı.
Evlatlarımızın zihin ve gönül dünyalarındaki boşluk, ‘dijital işgal’ ile dolduruluyor. Gençler, Batı merkezli popüler kültür ürünleriyle veya sapkın akımların hezeyanlarıyla boğuşuyor.
Bize düşen önemli vazife; gençlerimize yaradılış gayesini/hedefini daima canlı tutmak, hak ve hakikatin yolundan sapmaya sevk edebilecek her türlü faaliyetlere karşı gençlerin, kalplerini, idraklerini kararlı bir şekilde zararlardan korumak, kurtarmaktır. Doğruyu tam olarak yapamıyorsak bile, kendimizi yanlışa büsbütün teslim etmemektir.
Yanlışı yanlış, doğruyu doğru bilmekte istikrar kazanmaktır. Şu fani dünyada olan bitenin kuyruğuna takılıp, baki olan hakikatten uzaklaşmamaktır. Doğruyu yitiren doğruluğunu yitirir ve Allah sadece yanlışından pişmanlık duyanların, nihai manada doğruluğunu şaşmaz doğrudan alanların yardımcısıdır. Sekülerleştikçe, İslâmî duyarlıkları zayıflıyor, dünyevî kaygıları artıyor, gücü, parayı, makamı kutsamaya başlıyorlar ve İslâm’dan adım adım uzaklaşıyorlar. Önümüzdeki en büyük tehlike İslâm’ı, herkesin kendi kafasına göre, çağdaş hurafelere, seküler kutsallara göre şekillendirme tehlikesidir.
Okumanın, düşünmenin, okumayı ve düşünmeyi hayatının içine sokmaması için yapmadıkları hiçbir şey yok. Toplumsal-ekonomik-kültürel-siyasi değişimler, darbeler sebebiyle sıhhatli bir biçimde gerçekleşemedi. Nesiller heder oldu. İnsanlarımız acılı bedeller ödedi. Umutlar ertelendi, gelişmeler gecikti, müjdeler ertelendi, idealler yozlaştı. Her dönemeci, savrulup devrilen otobüs yolcuları gibi, kayıplarla ağır hasarlarla ve yaralanmalarla dönmek zorunda kaldık. Yazmakla söylemekle olmuyor. Bazı arızaların ve etkilenmelerin yaşanması engellenemiyor. Demokrasinin gelişmemesi yahut gelişmesinin arızaya uğraması ne solun ne sağın ne maddecinin ne muhafazakârın, nasıl zannederlerse zannetsinler, hiç kimsenin yararına olmaz.
Herkes kaybeder, kayba uğrar. Batı’ya bakışımız (son yüz iki yüz senedir, Tanzimat’tan beri) hep onların bakışı. Biz neredeyiz? Meselâ bölücülük, tarih boyunca Batı tarafından tahrik ve teşvik edilmiştir. Bu “bugünün-dünün” işi değildir. Osmanlı Devleti’nin zayıflamaya başladığı anlaşıldığından beri, her bölücü eylemin ardında Batı’nın aktif rolü vardır. Batı, Türkiye’nin bölünemeyeceğini bilir. Bizim manevi-milli yapımızı zayıflatacak olan her şey Batı’ya sevimli gelir. Ne kadar yozlaşmak istersen Batı o kadar alkışlar. Çünkü “sömürü” hesapları öyle gerektirir.
Türkiye’nin yolunu kesmektir. Hiçbir ihtilal ve ihtilal teşebbüsleri bağımsız değildir. Hep Batı’nın emrinde yapılmıştır. 12 Eylül, 28 Şubat, 15 Temmuz ve diğer teşebbüsler. Bir başka 12 Eylül’de CHP’nin kuruluş yıldönümü kutlanıyor. (Kurtlanıyor desem daha iyi olur herhalde.) Sadece yaptıkları zulmün listesini yazsam sayfa dolar. Zalimin zulmünün alkışlandığı günler. Yakın tarih bilinmeden olmaz. Milli birlik kuvvetli olmazsa demokrasi yaşayamaz, fayda yerine zarar getirir. Batı’nın, başkalarını şaşırtmak ve sömürmek için bilhassa yanlış kullandığı kavramlar, kendi diyarlarındaki orijinal konumlarıyla da boşalmaya ve çürümeye başlamıştır.
Ey Batı, ey Amerika! Senin demokrasinden, senin uygarlığından iyi bir haber veremezsin! Şöyle bir bak içine, dibine! Çürüyen köklerin, çatlayan temellerin, o gövdeni daha ne kadar ayakta tutabilecek? Yeni dünya düzeni, küreselleşme, vb. isimlendirmelerinle sömürmeye girdiğiniz her yere zulüm, işkence ve katliam götürdüğünüz devlet anlayışınız bitmiştir. Kişinin düşebileceği en acı ve komik durum kendi hatasını savunmak, hatta doğru gibi göstermek çabasıdır. (Yuvarlak masanın yuvarlak adamlarının yaptıkları, şimdi ‘Belediye Seçimleri’ öncesinde yapılanların Batı’nın bizim için düşündüklerinden farkı yok. Muhalefet bile Batı’nın uşaklığını yapıyor.) Bunları farkında olmadan yapan biri mazur görülebilir belki ama “millet” ile hiçbir bağı kalmamışların ahlaki zaafları bulaşıcıdır. Her şeyden öte hatayı savunmak heva ve arzuyu savunmak demektir. İşte bu hevayı tanrı edinmenin ta kendisidir.
Dünyanın sancısı, İslam’a, Kur’an a yaklaşma ihtiyacının sancısıdır. Türkiye’nin güçlenmesi, bütün İslam Âlemi’nin, bütün insanlığın hayrınadır. Türkiye çökerse bütün Müslümanlar altında kalır. Türkiye İslam Âlemi’nin kalbidir. Şu haliyle bile öyledir! İslam Âlemi, önce mana ve ruh planındaki meselesini halletmeli. Bunu yapamazsa, teknolojik oyuncaklarla oynamaya dalar ve kendisiyle kimlerin nasıl oynadığını bile fark etmeden acılardan acılara, hicranlardan hicranlara sürüklenir. İslam Âlemi, bugün üstün bir kuvvet haline gelmenin her türlü imkânlarına sahiptir.
Bütün doğrular İslam’ın özünden gelir. İslam’ın özünü yanlış bilen, tarihi-sosyolojik-sosyal-kültürel-ekonomik doğruları da öğrenemez. Yön verme gücü olmayanlar, biçilen rolü oynarlar, sürüklenirler, iradeleriyle değişemezler, zorla değiştirilirler. Bunun tabi sonucu şahsiyetini kaybetmektir. Şahsiyetini kaybedenler hafızalarını da kaybederler, kimlik bunalımına düşmekten kurtulamazlar.
Unutmayalım ki din; uygulamadır, pratik hayattır, kaalden ziyade “hal”dir. Yoksa yemeği yemeyip, yemeği düşünerek doymaya çalışan insanların durumuna düşeriz.