Mü’min, her gününü kaliteli, vasıflı, seviyesini yükseltmek için ‘çalışma günü’ bilmelidir. Zengin parasını Dâvâsında kullanarak seviyesini yükselir. Malı olmayan da bedenini, evini, düşüncelerini dininin hizmetinde tutarak seviyesini yükseltir. Hiçbir şeye muktedir olmayanın da duası vardır en azından. Okuyarak, dinleyerek, görerek ufkunu genişletmesi de yükselme başlangıcıdır. Bir vakfın, derneğin, bir cemaatin samimi müntesibi olarak yaşamak bile mü’min kalitesini arttırma vesilesini gösteren iyi hale işarettir.
Mü’min, Allah’ın razı olduğu en güzel amelin az bile olsa devamlı olan amel olduğu gerçeğini hiç unutmamalıdır. Ara sıra büyük işleri yapmaktan daha iyisi, devamlı olanı yapmaktır. Peygamber Efendimiz de: ‘Az ama devamlı yapılan ameller, çok ama seyrek yapılandan daha efdaldir’ buyurarak bu hususta da bize yol gösteriyor.
Yorulmak da insanidir. Yorulmaya karşı bir tür dinlenme planı hazır olmalıdır. Şu kadar ki dinlenmeyi de bir çalışma çeşidiyle geliştirmek seviyeli bir mü’min halidir. Mü’min, sıradan biri olmaya rıza gösteremez. Sürü olmaz, sürüyü güder.
Allah Teâlâ’nın tevhit ve şirkten sonra üzerinde en yoğun durduğu konunun, müminlerin kâfirlerle mesafeli durmaları yahut müminlerle mü’min olmayanlar arasında kapatılamaz bir mesafenin bulunma mecburiyeti meselesidir. Mü’minler, kendileri gibi iman etmeyip ‘diğerleri’ tarafında kalanlarla bir arada, onlardan etkilenecek bir ortamda bulunmamalıdır. Aksi takdirde imanın dünya hayatında tezahür eden bir yönünün bulunmayacağı, iman kardeşliğinin tezahür etmeyeceği, şeytanın şirin göstermekte zorlanmayacağı küfrün iman ehlini etkisi altında bırakabileceği gerçeği gün yüzüne çıkacaktır.
Müminlerle mü’min olmayanlar bir toplumun içinde beraber yaşayabilirler. Bunun dinî bir engeli yoktur. Aynı vasıtada yolculuk yapabilir, aynı mekanda iş yeri işletebilir hatta bir şirketin iki ortağı da olabilirler ancak bu hiçbir zaman bir mü’min ile diğer müminin beraberliği gibi olmamalıdır. İman gibi bir fark, onu taşıyanla taşımayan arasında hayatın içinde görülebilecek kıvamda değilse ‘problemli iman’ ihtimali vardır. Bu iman, Allah’ın bizden beklediği iman olmaktan uzaktır. En azından böyle bir iman, iman kavramının içini doldurmaktan uzaktır.
Yaşadığımız çağın, mü’min bünyesinde açtığı yaralardan biri, küfür ehli ile beraberliğimizi problemsiz, engelsiz duruma getirecek şartlara itilmiş olmamızdır. Öte yandan Kur’an’ı Kerim, kâfirlerle aradaki buzların eritilmesini, önemli bir ‘akide meselesi’ olarak önümüze koymakta, İman etrafında listeleştirilebilecek kavramlarla bu meseleyi uyarı konusu haline getirmektedir. İman ve imansızlık iki ayrı cephenin sembolüdür. Bu iki cephe arasında-medeni ölçüler dairesinde kalması istenmiş olsa bile- bir ‘buzul bölge’ muhakkak korunmalıdır. O buzul bölgenin mevsim şartları kışı gösterdiği halde erimeye yüz tutması müminler açısından tehlike oluşturmaktadır. Küfür cephesinin İslam’a ve Müslüman’a bakışında hiçbir değişiklik yoktur. On asır önce ne idiyseler bugün aynı durumda ve aynı konumdadırlar. İçlerindeki kin ve nefret aynen devam etmekte, internet ve bilgisayar teknolojisinin bütün imkanlarını da kullanarak bir imha hareketi, gülücüklü maskeli yüzlerle sürdürülmektedir. O sırıtkan maskeli yüz; basınıyla, medyasıyla, sosyal paylaşım siteleriyle her gün değişen entrikalarıyla devam etmektedir. Onların içlerindeki kin ve imha ruhu değişmemişken hatta daha derin bir şekilde sistemleşip örgütlenmişken ve bu emellerini büyük organizelerle dışa vururken, müminlerin aradaki mesafeyi kaldırması, Rablerinin emrine ve ikazına rağmen onlarla aradaki buzları eritmeleri, eritmeye çalışmaları oldukça düşündürücüdür. Şüphesiz Allah Teâlâ, müminlere gördükleri kâfiri ezmelerini emretmemiş, onları bu yöne de sevk etmemiştir. Sevmemekle düşmanlık etmek, veren olmakla alan olmak, sosyal ilişkiler içinde olmakla onların kültüründe erimek, arasındaki çizgiyi koruyamamanın sıkıntısını yaşıyoruz. Hatta daha da ileri gidip, kültürle akideyi, ibadetle onların hayat tarzını, ticaretle sömürülmeyi karıştırır hale geldiğimizi/getirildiğimizi itiraf etmekte de bir sakınca yoktur. Özellikle siyaset etrafında yoğunlaşan sebeplerden dolayı, müminlerin; küfür ehli ile kaynaşması, kendi değerlerimizin, kültürümüzün; hangi isim altında, hangi mülahaza ile olursa olsun onların kültürleri içinde eriyip gitmesi, akidemizde ‘merdut’ olan düşüncelerin etkisinde kalması sonucunu doğurmuştur. Yaşadığımıza inanma/inandırma konumuna getirilmeye çalışılmaktadır. Mukavemet (direnme) gücümüz zayıfladıkça bizi biz yapan farklılıklar da ortadan kalkmakta, ‘globalleşme/küreselleşme’ adı altında, ‘dünya küçük bir köy haline getiriliyor, artık entegre olma zamanı’ gibi sözlerle de ‘Mü’min Şahsiyeti’ kaybolmakta bundan da bir rahatsızlık duyulmamaktadır. Müslümanların, geçmişlerinin Allah rızası için ve övünerek gerçekleştirdiği fetihlerden dolayı âdeta utanılacak duruma getirilmesi bundandır. Her Müslüman’ın Kur’an-ı Kerim’de açık bir şekilde görebileceği iman hakikatlerini gizleme, ‘Allah indinde din İslam’dır’ı dillendirmeme ihtiyacı hissedilmesi de bundandır. İslam’ın, kadın düşmanı gibi algılanılır oluşu, faizle mücadelesinin gündeme gelmemesi, alkolle savaşmasının izahı yapılamıyor gibi gösterilmesinin temelinde Müslüman’la kâfir arasındaki mesafenin, tavrın, ‘kimlik duruşu’nun gittikçe kaybolur hale getirilmesi yatmaktadır.
Tarihi süreci incelemeden de sadece Kur’an âyetlerindeki seyre bakarak da küfür ehli ile aramızdaki mesafenin gitgide kısalmasının bizim açımızdan neler getireceğini kestirebiliriz.
Bakara suresinin 257. âyeti, iman edenlerin Allah ile bağlantılarını vurgularken kâfirlerin de tağût etrafında birleşeceğini, onların velilerinin şeytani güç odakları olacağını haber vermektedir. Nisa suresinin 138-139. âyetlerinde ise, müminleri bırakıp kâfirleri dost edinenler azapla müjdelenmiş münafıklar olarak gösterilmekte ve ardından da ‘Müminleri bırakıp da kâfirlerin dostluğuyla şeref duyanlar, şeref ve itibarı onların yanında mı arıyorlar’ diye sorulmakta ve ‘iyi bilin ki şeref ve itibar tamamen Allah’a aittir’ denilerek müminler ikaz edilmektedir. Âyet, açıkça müminleri bırakıp kâfirlerle iç içeliği münafıklık olarak öne çıkarmaktadır. Elbette buradaki ‘müminleri bırakmak’ ve ‘kâfirleri dost edinmek’ yüzeysel anlaşılabilecek kavramlar değildir. Ama neticede ‘müminleri bırakmak’ olabilecek şeylerin, tutumların bedelinin münafıklardan olmak, Allah’ın azabına müstahak olmak olduğunun da bilinmesi gerekmektedir. Âli İmran suresinin 28. âyeti ise, müminleri ikaz ederek: ‘Mü’minler, müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler.’ demektedir. Ardından da bunu yapanların Allah’a karşı bir yanlış yaptıklarını bildirmekte, bunu yapanların Allah’tan bütünüyle koptuklarını haber vermektedir. Buradaki yasak; hem siyasi velayeti (dostluğu) hem ahlaki velayeti kapsar. Siyasi velayet, menfaatler çatıştığında onları tercih, ahlaki dostlukta ise, onlara yaranmak ve benimsenmek için hayat tarzlarını benimseme hususuna dikkat çekilmektedir. Nitekim Maide suresinin 80-81. âyetleri de ‘Onlardan bir çoğunu küfre saplananlarla sarmaş-dolaş görürsün. Nefsin telkin ettiği şey, öylesine kötüdür ki, Allah’ın hışmına uğramışlardır ve onlar azaba mahkûm olacaklardır’ buyrulmakta, daha önce böyle bir hata içinde olan Yahudilerin durumunu haber vererek akıbetlerine dikkatimizi çekmiştir. Ayrıca Mâide sûresinin 51-52. âyetleri, isimler vererek müminlerin kâfirlerden uzak durmalarını emretmektedir. Bu iki âyetin ihtiva ettiği hükümleri şu şekilde özetlememiz mümkündür:
Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmek yasaklanmıştır.
Gerçekte onlar, birbirlerinin dostlarıdırlar.
Kim onları dost edinirse onlardandır.
Allah zalimleri hidayete erdirmez.
Kalplerinde hastalık bulunanlar, hududa riayet etmezler, ‘inanıyorsanız, üstünsünüz!’ ilahi hitabını bile unuturlar. Ehli küfrün tarafına kaçamak yapmak isterler ve bunu da gücün onlara (ehli küfre) geçmesi durumuna karşı bir tedbir olarak yaptıklarını söylerler. Bu çelişkilerin sahipleri, Allah’ın hükmü gerçekleştiği zaman içlerindeki hıyanetten pişman olacaklardır. Bizim onlarla münasebetlerimizde gözden kaçırdığımız husus, onların birbirlerinin dostları olmalarıdır. Yani bizim onların içinde ‘doğal bir dost olarak bulunuyor’ izlenimi dahi, bizim ve onlar açısından doğal olmayacağı gerçeğine dayanmaktadır. Bu sebeple, onlarla dost olanlar için ‘onlardandır’ deyimi kullanılmıştır. Zira onlar, kendilerinden yapamadıkları kimse için beraberlik zemini oluşturmazlar. Nasıl müminlerin hedefi, bir mü’min daha kazanmak ise onların da şeytanlarından aldıkları talimat ‘bir kâfir daha kazanmak’ şeklindedir. Hangi makyajla kapatmaya çalışılırsa çalışılsın, hakikat budur! Bu hakikat unutulur, gaflete düşülürse; Mü’min de erimeye devam eder. Kimliğiyle, kişiliğiyle, imanıyla, ameliyle…
Tevbe suresinin 23. âyeti ise küfrü üstün görenler, babalar ve kardeşler seviyesinde yakınlardan bile olsa dostluk bağının geliştirilmemesini emretmektedir. Ve onlarla dostluk geliştirmenin zalimlerden olmakla sonuçlanacak bir tavır olacağı âyetle hükme bağlanmaktadır. Kur’an-ı Kerim, müşrik bile olsalar anne babalara iyi davranılmasını emreder. Burada ise, onlarla dostluk ilişkilerine bir sınır getirilmektedir. Elbette bir çelişkiden söz edemeyiz çünkü Kur’an’ı Kerim, hiçbir şekilde küfür ehli ile ilişkilerimizin esastan sonlandırılmasını istememiştir. Bizden istenen, onların küfür bataklığı içinde akidemizin zarara uğratılmaması, küfürlerinin (inkârlarının) cazip olabileceği zeminlerden uzak kalınmasıdır. Hayat devam edecek ve küfür ehlinin de bulunduğu ortamlarda yaşanacaktır. Bâtılın tamamen yok olacağı bir dünya hayal edemeyeceğimize göre, bâtılsız değil, batıla ezilmeden yaşayacağımız ortamlar istenmektedir bizden. Bunun için Müslüman’dan istenen, küfrü imana tercih eden ebeveyni ile kavgalı olmak değil, ebeveynin bile olsa kimsenin küfrünün ve şirkinin etkisi altında kalmadan Müslüman olarak yaşayıp ölmektir. Küfrün içinde de olsa; imanın muhafazası, inkişafının gerektirdiği faaliyetlerin yapılabilmesi. Mesele bu! Müslüman’ın şerefini, haysiyetini, şahsiyetini korumakta yanlışa düşebileceği noktalara karşı uyarılmasındaki hikmetlerin kavranması meselesi!
İman ve küfrü iki ayrı cephe olarak görmek, bu cepheler arasındaki sürtüşmenin ebediyete kadar süreceğini, sürtüşmenin genellikle savaşlardan ziyade, ilimle/bilgiyle/kültürle/fikirle/sosyal faaliyetlerle göze, gönle, ruha hitap ile ikna yoluyla olacağını hiç unutmamak! Bu tesbit ve teşhis de meselenin bir başka yönü. Belki de bu; cihadın diğer bir çeşidi olarak bugün tecelli ediyor. Kalemle, mürekkeple yapılan cihad. Şehit kanından, âlimin mürekkebini üstün gören cihad… Dinimiz, savaşta mağlup olmaktan çekinen Müslüman’ın yabancıların kültürü önünde ezilmiş durumda olmaktan da çekinmesini istemektedir. Birinci âyet, kâfirlerle dostluğu menederken ‘düşmanlarım ve düşmanlarınız’ ifadesini kullanmaktadır. Bir yandan ikaz yapılırken bir yandan da Allah’ın düşmanının tabii olarak müminlerin de düşmanı olacağı belirtilmektedir. Çünkü âyet, ‘Ey iman edenler!’ diye başlamaktadır. Ey iman edenlerden sonra, ‘düşmanlarım ve düşmanlarınız’ ifadesi gayet açık bir hükmü belirtmektedir. Cihat gibi bir görev esnasında onlara taviz olabilecek sempatik görüntülerin verilmesinin yoldan sapmak olacağı öğretiliyor. Kâfirlerin, müminleri ele geçirmeleri hâlinde düşmanlık yapacaklarını, elleriyle ve dilleriyle zarar vermekten kaçınmayacaklarını, müminlerin de kâfir olmalarını temenni edeceklerini tembih ediyor ki küfür ehli ile mesafeli durmanın önemi bu ikazda daha açık bir şekilde ortaya konmaktadır.
Kâfirlere karşı imanın vakarını kaybetmenin her çeşidi mü’min için tehlikedir. Mü’min kendini korumalı, çevresinin mü’min çevre olmaktan çıkmasına karşı hassas olmalıdır. Şu da bilinmelidir ki mü’min, bir defa erimeye yüz tuttuktan sonra geri dönüşü zor olan bir yola girmiş olur. Her gün yeni bir gerekçe, her olay, yeni bir dayanak üretir. Her yaşanacak olumsuzlukta mazeret üretilmeye ve ona sığınmaya başlanacaktır.
Unutulmamalıdır ki, mazeret üretenler, mazerete sığınanlar, davalarına hizmet edemezler.
Anasayfa
Yazarlar
Yaşar Değirmenci
Yazı Detayı
Bu yazı 78+ kez okundu.
Mü’min Bünyesinde Açılan Yara!
Mü’min, her gününü kaliteli, vasıflı, seviyesini yükseltmek için ‘çalışma günü’ bilmelidir. Zengin parasını Dâvâsında kullanarak seviyesini yükselir. Malı olmayan da bedenini, evini, düşüncelerini dininin hizmetinde tutarak seviyesini yükseltir. Hiçbir şeye muktedir olmayanın da duası vardır en azından. Okuyarak, dinleyerek, görerek ufkunu genişletmesi de yükselme başlangıcıdır. Bir vakfın, derneğin, bir cemaatin samimi müntesibi olarak yaşamak bile mü’min kalitesini arttırma vesilesini gösteren iyi hale işarettir.
Mü’min, Allah’ın razı olduğu en güzel amelin az bile olsa devamlı olan amel olduğu gerçeğini hiç unutmamalıdır. Ara sıra büyük işleri yapmaktan daha iyisi, devamlı olanı yapmaktır. Peygamber Efendimiz de: ‘Az ama devamlı yapılan ameller, çok ama seyrek yapılandan daha efdaldir’ buyurarak bu hususta da bize yol gösteriyor.
Yorulmak da insanidir. Yorulmaya karşı bir tür dinlenme planı hazır olmalıdır. Şu kadar ki dinlenmeyi de bir çalışma çeşidiyle geliştirmek seviyeli bir mü’min halidir. Mü’min, sıradan biri olmaya rıza gösteremez. Sürü olmaz, sürüyü güder.
Allah Teâlâ’nın tevhit ve şirkten sonra üzerinde en yoğun durduğu konunun, müminlerin kâfirlerle mesafeli durmaları yahut müminlerle mü’min olmayanlar arasında kapatılamaz bir mesafenin bulunma mecburiyeti meselesidir. Mü’minler, kendileri gibi iman etmeyip ‘diğerleri’ tarafında kalanlarla bir arada, onlardan etkilenecek bir ortamda bulunmamalıdır. Aksi takdirde imanın dünya hayatında tezahür eden bir yönünün bulunmayacağı, iman kardeşliğinin tezahür etmeyeceği, şeytanın şirin göstermekte zorlanmayacağı küfrün iman ehlini etkisi altında bırakabileceği gerçeği gün yüzüne çıkacaktır.
Müminlerle mü’min olmayanlar bir toplumun içinde beraber yaşayabilirler. Bunun dinî bir engeli yoktur. Aynı vasıtada yolculuk yapabilir, aynı mekanda iş yeri işletebilir hatta bir şirketin iki ortağı da olabilirler ancak bu hiçbir zaman bir mü’min ile diğer müminin beraberliği gibi olmamalıdır. İman gibi bir fark, onu taşıyanla taşımayan arasında hayatın içinde görülebilecek kıvamda değilse ‘problemli iman’ ihtimali vardır. Bu iman, Allah’ın bizden beklediği iman olmaktan uzaktır. En azından böyle bir iman, iman kavramının içini doldurmaktan uzaktır.
Yaşadığımız çağın, mü’min bünyesinde açtığı yaralardan biri, küfür ehli ile beraberliğimizi problemsiz, engelsiz duruma getirecek şartlara itilmiş olmamızdır. Öte yandan Kur’an’ı Kerim, kâfirlerle aradaki buzların eritilmesini, önemli bir ‘akide meselesi’ olarak önümüze koymakta, İman etrafında listeleştirilebilecek kavramlarla bu meseleyi uyarı konusu haline getirmektedir. İman ve imansızlık iki ayrı cephenin sembolüdür. Bu iki cephe arasında-medeni ölçüler dairesinde kalması istenmiş olsa bile- bir ‘buzul bölge’ muhakkak korunmalıdır. O buzul bölgenin mevsim şartları kışı gösterdiği halde erimeye yüz tutması müminler açısından tehlike oluşturmaktadır. Küfür cephesinin İslam’a ve Müslüman’a bakışında hiçbir değişiklik yoktur. On asır önce ne idiyseler bugün aynı durumda ve aynı konumdadırlar. İçlerindeki kin ve nefret aynen devam etmekte, internet ve bilgisayar teknolojisinin bütün imkanlarını da kullanarak bir imha hareketi, gülücüklü maskeli yüzlerle sürdürülmektedir. O sırıtkan maskeli yüz; basınıyla, medyasıyla, sosyal paylaşım siteleriyle her gün değişen entrikalarıyla devam etmektedir. Onların içlerindeki kin ve imha ruhu değişmemişken hatta daha derin bir şekilde sistemleşip örgütlenmişken ve bu emellerini büyük organizelerle dışa vururken, müminlerin aradaki mesafeyi kaldırması, Rablerinin emrine ve ikazına rağmen onlarla aradaki buzları eritmeleri, eritmeye çalışmaları oldukça düşündürücüdür. Şüphesiz Allah Teâlâ, müminlere gördükleri kâfiri ezmelerini emretmemiş, onları bu yöne de sevk etmemiştir. Sevmemekle düşmanlık etmek, veren olmakla alan olmak, sosyal ilişkiler içinde olmakla onların kültüründe erimek, arasındaki çizgiyi koruyamamanın sıkıntısını yaşıyoruz. Hatta daha da ileri gidip, kültürle akideyi, ibadetle onların hayat tarzını, ticaretle sömürülmeyi karıştırır hale geldiğimizi/getirildiğimizi itiraf etmekte de bir sakınca yoktur. Özellikle siyaset etrafında yoğunlaşan sebeplerden dolayı, müminlerin; küfür ehli ile kaynaşması, kendi değerlerimizin, kültürümüzün; hangi isim altında, hangi mülahaza ile olursa olsun onların kültürleri içinde eriyip gitmesi, akidemizde ‘merdut’ olan düşüncelerin etkisinde kalması sonucunu doğurmuştur. Yaşadığımıza inanma/inandırma konumuna getirilmeye çalışılmaktadır. Mukavemet (direnme) gücümüz zayıfladıkça bizi biz yapan farklılıklar da ortadan kalkmakta, ‘globalleşme/küreselleşme’ adı altında, ‘dünya küçük bir köy haline getiriliyor, artık entegre olma zamanı’ gibi sözlerle de ‘Mü’min Şahsiyeti’ kaybolmakta bundan da bir rahatsızlık duyulmamaktadır. Müslümanların, geçmişlerinin Allah rızası için ve övünerek gerçekleştirdiği fetihlerden dolayı âdeta utanılacak duruma getirilmesi bundandır. Her Müslüman’ın Kur’an-ı Kerim’de açık bir şekilde görebileceği iman hakikatlerini gizleme, ‘Allah indinde din İslam’dır’ı dillendirmeme ihtiyacı hissedilmesi de bundandır. İslam’ın, kadın düşmanı gibi algılanılır oluşu, faizle mücadelesinin gündeme gelmemesi, alkolle savaşmasının izahı yapılamıyor gibi gösterilmesinin temelinde Müslüman’la kâfir arasındaki mesafenin, tavrın, ‘kimlik duruşu’nun gittikçe kaybolur hale getirilmesi yatmaktadır.
Tarihi süreci incelemeden de sadece Kur’an âyetlerindeki seyre bakarak da küfür ehli ile aramızdaki mesafenin gitgide kısalmasının bizim açımızdan neler getireceğini kestirebiliriz.
Bakara suresinin 257. âyeti, iman edenlerin Allah ile bağlantılarını vurgularken kâfirlerin de tağût etrafında birleşeceğini, onların velilerinin şeytani güç odakları olacağını haber vermektedir. Nisa suresinin 138-139. âyetlerinde ise, müminleri bırakıp kâfirleri dost edinenler azapla müjdelenmiş münafıklar olarak gösterilmekte ve ardından da ‘Müminleri bırakıp da kâfirlerin dostluğuyla şeref duyanlar, şeref ve itibarı onların yanında mı arıyorlar’ diye sorulmakta ve ‘iyi bilin ki şeref ve itibar tamamen Allah’a aittir’ denilerek müminler ikaz edilmektedir. Âyet, açıkça müminleri bırakıp kâfirlerle iç içeliği münafıklık olarak öne çıkarmaktadır. Elbette buradaki ‘müminleri bırakmak’ ve ‘kâfirleri dost edinmek’ yüzeysel anlaşılabilecek kavramlar değildir. Ama neticede ‘müminleri bırakmak’ olabilecek şeylerin, tutumların bedelinin münafıklardan olmak, Allah’ın azabına müstahak olmak olduğunun da bilinmesi gerekmektedir. Âli İmran suresinin 28. âyeti ise, müminleri ikaz ederek: ‘Mü’minler, müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler.’ demektedir. Ardından da bunu yapanların Allah’a karşı bir yanlış yaptıklarını bildirmekte, bunu yapanların Allah’tan bütünüyle koptuklarını haber vermektedir. Buradaki yasak; hem siyasi velayeti (dostluğu) hem ahlaki velayeti kapsar. Siyasi velayet, menfaatler çatıştığında onları tercih, ahlaki dostlukta ise, onlara yaranmak ve benimsenmek için hayat tarzlarını benimseme hususuna dikkat çekilmektedir. Nitekim Maide suresinin 80-81. âyetleri de ‘Onlardan bir çoğunu küfre saplananlarla sarmaş-dolaş görürsün. Nefsin telkin ettiği şey, öylesine kötüdür ki, Allah’ın hışmına uğramışlardır ve onlar azaba mahkûm olacaklardır’ buyrulmakta, daha önce böyle bir hata içinde olan Yahudilerin durumunu haber vererek akıbetlerine dikkatimizi çekmiştir. Ayrıca Mâide sûresinin 51-52. âyetleri, isimler vererek müminlerin kâfirlerden uzak durmalarını emretmektedir. Bu iki âyetin ihtiva ettiği hükümleri şu şekilde özetlememiz mümkündür:
Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmek yasaklanmıştır.
Gerçekte onlar, birbirlerinin dostlarıdırlar.
Kim onları dost edinirse onlardandır.
Allah zalimleri hidayete erdirmez.
Kalplerinde hastalık bulunanlar, hududa riayet etmezler, ‘inanıyorsanız, üstünsünüz!’ ilahi hitabını bile unuturlar. Ehli küfrün tarafına kaçamak yapmak isterler ve bunu da gücün onlara (ehli küfre) geçmesi durumuna karşı bir tedbir olarak yaptıklarını söylerler. Bu çelişkilerin sahipleri, Allah’ın hükmü gerçekleştiği zaman içlerindeki hıyanetten pişman olacaklardır. Bizim onlarla münasebetlerimizde gözden kaçırdığımız husus, onların birbirlerinin dostları olmalarıdır. Yani bizim onların içinde ‘doğal bir dost olarak bulunuyor’ izlenimi dahi, bizim ve onlar açısından doğal olmayacağı gerçeğine dayanmaktadır. Bu sebeple, onlarla dost olanlar için ‘onlardandır’ deyimi kullanılmıştır. Zira onlar, kendilerinden yapamadıkları kimse için beraberlik zemini oluşturmazlar. Nasıl müminlerin hedefi, bir mü’min daha kazanmak ise onların da şeytanlarından aldıkları talimat ‘bir kâfir daha kazanmak’ şeklindedir. Hangi makyajla kapatmaya çalışılırsa çalışılsın, hakikat budur! Bu hakikat unutulur, gaflete düşülürse; Mü’min de erimeye devam eder. Kimliğiyle, kişiliğiyle, imanıyla, ameliyle…
Tevbe suresinin 23. âyeti ise küfrü üstün görenler, babalar ve kardeşler seviyesinde yakınlardan bile olsa dostluk bağının geliştirilmemesini emretmektedir. Ve onlarla dostluk geliştirmenin zalimlerden olmakla sonuçlanacak bir tavır olacağı âyetle hükme bağlanmaktadır. Kur’an-ı Kerim, müşrik bile olsalar anne babalara iyi davranılmasını emreder. Burada ise, onlarla dostluk ilişkilerine bir sınır getirilmektedir. Elbette bir çelişkiden söz edemeyiz çünkü Kur’an’ı Kerim, hiçbir şekilde küfür ehli ile ilişkilerimizin esastan sonlandırılmasını istememiştir. Bizden istenen, onların küfür bataklığı içinde akidemizin zarara uğratılmaması, küfürlerinin (inkârlarının) cazip olabileceği zeminlerden uzak kalınmasıdır. Hayat devam edecek ve küfür ehlinin de bulunduğu ortamlarda yaşanacaktır. Bâtılın tamamen yok olacağı bir dünya hayal edemeyeceğimize göre, bâtılsız değil, batıla ezilmeden yaşayacağımız ortamlar istenmektedir bizden. Bunun için Müslüman’dan istenen, küfrü imana tercih eden ebeveyni ile kavgalı olmak değil, ebeveynin bile olsa kimsenin küfrünün ve şirkinin etkisi altında kalmadan Müslüman olarak yaşayıp ölmektir. Küfrün içinde de olsa; imanın muhafazası, inkişafının gerektirdiği faaliyetlerin yapılabilmesi. Mesele bu! Müslüman’ın şerefini, haysiyetini, şahsiyetini korumakta yanlışa düşebileceği noktalara karşı uyarılmasındaki hikmetlerin kavranması meselesi!
İman ve küfrü iki ayrı cephe olarak görmek, bu cepheler arasındaki sürtüşmenin ebediyete kadar süreceğini, sürtüşmenin genellikle savaşlardan ziyade, ilimle/bilgiyle/kültürle/fikirle/sosyal faaliyetlerle göze, gönle, ruha hitap ile ikna yoluyla olacağını hiç unutmamak! Bu tesbit ve teşhis de meselenin bir başka yönü. Belki de bu; cihadın diğer bir çeşidi olarak bugün tecelli ediyor. Kalemle, mürekkeple yapılan cihad. Şehit kanından, âlimin mürekkebini üstün gören cihad… Dinimiz, savaşta mağlup olmaktan çekinen Müslüman’ın yabancıların kültürü önünde ezilmiş durumda olmaktan da çekinmesini istemektedir. Birinci âyet, kâfirlerle dostluğu menederken ‘düşmanlarım ve düşmanlarınız’ ifadesini kullanmaktadır. Bir yandan ikaz yapılırken bir yandan da Allah’ın düşmanının tabii olarak müminlerin de düşmanı olacağı belirtilmektedir. Çünkü âyet, ‘Ey iman edenler!’ diye başlamaktadır. Ey iman edenlerden sonra, ‘düşmanlarım ve düşmanlarınız’ ifadesi gayet açık bir hükmü belirtmektedir. Cihat gibi bir görev esnasında onlara taviz olabilecek sempatik görüntülerin verilmesinin yoldan sapmak olacağı öğretiliyor. Kâfirlerin, müminleri ele geçirmeleri hâlinde düşmanlık yapacaklarını, elleriyle ve dilleriyle zarar vermekten kaçınmayacaklarını, müminlerin de kâfir olmalarını temenni edeceklerini tembih ediyor ki küfür ehli ile mesafeli durmanın önemi bu ikazda daha açık bir şekilde ortaya konmaktadır.
Kâfirlere karşı imanın vakarını kaybetmenin her çeşidi mü’min için tehlikedir. Mü’min kendini korumalı, çevresinin mü’min çevre olmaktan çıkmasına karşı hassas olmalıdır. Şu da bilinmelidir ki mü’min, bir defa erimeye yüz tuttuktan sonra geri dönüşü zor olan bir yola girmiş olur. Her gün yeni bir gerekçe, her olay, yeni bir dayanak üretir. Her yaşanacak olumsuzlukta mazeret üretilmeye ve ona sığınmaya başlanacaktır.
Unutulmamalıdır ki, mazeret üretenler, mazerete sığınanlar, davalarına hizmet edemezler.
Ekleme
Tarihi: 24 Temmuz 2022 - Pazar
Mü’min Bünyesinde Açılan Yara!
Yazıya ifade bırak !
Bu yazıya hiç ifade kullanılmamış ilk ifadeyi siz kullanın.