O kadar büyük temel yanlışlar içindeyiz ki, bu temel yanlışlar üzerine hiçbir doğru bina edilemez. Temelde çözülememiş meseleler varken, sonraki meseleleri bir mesnede oturtamazsınız. Mukaddesler olmazsa değerlilik ve düşünce de olmaz. Manevi değer ölçüleri ve hükümleri kalmaz. Hiçbir manevi değer hükmünü tanımayan bir insanın düşüneceği şey menfaatidir. İnsanın “maddi-akli” kabiliyetleri bir güçlülük silahı gibidir. Nefsin emrinde olursa daha çok şerre hizmet eder. Dahası var; insanın mukaddesleri olmasaydı, “akılcılık-maddecilik” türünden düşünceler dahi olmazdı. Düşünce olmazdı. Dil bile olmazdı. Medeniyet hiç olmazdı. Son içler acısı durumları görünce Allah ve Resulünün ölçüleriyle baktığınızda bazı hatırlatmalarda bulunmam şart oldu. ‘Doğru kimden gelirse gelsin kabul; yanlış kimden gelirse gelsin red’ ortak noktamız olmalı. Hangi düşünce yapısında olursak olalım. Bu aynı zamanda “Hikmet müminin kaybolmuş malıdır nerede bulursa alsın” hadisi şerifi içinde amel edilmiş olur. Şu bağnazlıktan, ölçüye uyma yerine ölçü koymaktan, değerleri ile hareket yerine değersizleşmekten kurtulalım. Hırs ve ihtirasın sağduyu sahibi insanları ne hale getirdiğini buradan da anlayabiliriz.
Türkiye’yi ve liderini dünyanın konuştuğu, sayılı devletlerden görülür hale geldiği ülkesini devletini düşünenler elbette ki bu hizmeti yapanları bağrına basmaz mı? Vatanı böldürtmeyen, bayrağı indirtmeyen, ezanı susturtmayan verdiği şehitler ve gazilerle bu istikamette yürüyenlere nasıl sahip çıkılmaz? Meşru zeminde, ezberledikleri Batı kavramlarıyla konuşanların kutsal hale getirdikleri ‘demokrasi’ ile iktidar olamayanların Batı uşaklığı yapmalarını sineye çekemeyiz. Kutsal hale getirilen laiklik ve şahısları putlaştırma; kutsallıktan çıkarılmalıdır. Hayata sokulmayan, camiye hapsedilen din anlayışı bizde olmaz. Adına gazete denilen paçavraların ve bu paçavralarla milletine, devletine, kutsallarına küfredenlere gidip röportaj yapma içindeki hırs ve ihtirasın yüzünden bu din düşmanlarına tâbi olur hâle gelinemez. Mü’min tavrı; doğrunun, hak ve hakikatin yanında olmak, yanlışın, çirkinin, bâtılın karşısında durmaktır. Siyaseti de araç olarak görmek, amaç olmadığını unutmamaktır.
Tarihin her döneminde insanlığın temel meselesi; fiziki arzuların, maddi çıkarların, makam tutkulularının, akıl ve irfan ışığından doğru inançtan, hak ve adalet ölçülerine göre hüküm ve karar vermekten daha önemli görülmesidir. İnsan sadece tabiatı değil, kendini de tahrip ediyor. İnsanımızın çektiği ruh ve kültür ızdırabına göz mü yumacağız? Asıl derdimizin “kaybolan insanlığımız” olduğu hakikatini ne zaman idrak edeceğiz? Fıtrata aykırı sun’îlikler içinde kendi kendimizin kölesi haline gelmişiz. “Herkesin iyi taraflarına yakın ve dost; herkesin kötü taraflarına uzak ve soğuk durmak, ama kimseyi tamamen hatalı yahut tamamen hatasız görmemek” ortak değerleri kaale alsaydık, uygulayıp yaşasaydık toplumun yüzü farklı olmaz mıydı?
Kardeşliğimizi, birlik ve dirliğimizi hedef alanlar bilmelidirler ki; bizler bu topraklarda rengi rengine, dili diline, sesi sesine, gönlü gönlüne karışmış bir milletiz. Bizler asırlardır sevinçte, kederde, varlıkta-yoklukta birlikte ağlayıp birlikte gülmüş bir milletiz. Acı, şiddet ve korku bizi asla yıldıramayacaktır. Aksine bizi birbirimize daha fazla kenetleyecek, kardeşlik bağlarımızı daha da pekiştirecektir. Yeter ki bizler, milletimizin, ülkemizin içinden geçtiği bu zorlu ve sıkıntılı süreçte görev ve sorumluluklarımızın farkında olmaya devam edelim. Şiddet, korku ve acıyla bizi birbirimize düşürmek isteyenlere inat, gönüllerimizi hiçbir ayrım gözetmeksizin sımsıkı kenetleyelim. Yeter ki gözü dönmüş cinayet şebekelerine karşı, “sen”, “ben” anlayışını bir kenara bırakıp “biz” anlayışıyla yekvücut olalım. Terörün ve onu kullanan şer odaklarının, topyekûn ülkemize, milletimize, kutsalımıza, istikbalimize kastettiğini asla aklımızdan çıkarmayalım. Yeter ki her türlü fitne, hile, tuzak ve oyuna karşı müteyakkız (uyanık) olalım. Aramızdaki muhabbet ve kardeşliği zedeleyecek her türlü söylem ve eylemden uzak duralım. Deizmin ve ateizmin hızla yaygınlaşmasının bir başka sebebi de İslâmî kesimlerin güçle, parayla, lüksle ilişkilerini İslâmî ilkelere göre değil, İslâm’la taban tabana zıt davranış biçimlerine göre kurmalarıdır. İslâmî kesimlerin haram helal, hak hukuk gibi konularda İslâmî ilkelere göre hareket etmemeleri, yolsuzluğu, haksızlığı, haramı önleme konusunda kayıtsız kalmalarıdır. Ahiret inancı olan bir toplumda bunlar yaşanmaz. İslâm’la ilişkiler, kopma halinden kurtarılmalıdır. Hayat tarzı olan İslâm’ı cami Müslümanlığından çıkarmalıyız. Bir tarih dönemi gösterilemez ki “İslâm’sız” izah edilebilsin. Bir değişim gösterilemeyecektir ki “İslâm’sız” izah olunabilsin. Münasebetin mahiyeti çok farklı olabilir; ama doğru izahın ışığı hep aynı yerden gelmiştir, öyle de gelecektir. Dinle dünyayı birbirinden ayırdık, seccade başında ve camide Müslüman olduk, insani ilişkilerimizde İslam’a yer vermedik, helalı haramı hesaba katmadık. İslâm her şeyden önce, sosyal bir dindir. Yaşadığımız şu zor, sıkıntılı, sabır ve şükür gerektiren imtihan günlerinden dersler çıkarıp ibretler alıp ‘şekli Müslümanlık’tan yaşayan yaşatan Müslümanlığa dönelim. Camilerde bile ‘saf’ olamadığımız, saflarımızı sık tutamadığımız günleri unutmayalım. Bu ‘saf tutma’ meselesini vücutların teması değil; hem cami içinde hem sosyal hayatta dikkat edilmesi gereken bir husustur. Hiç olmazsa şu hadis-i şerifleri yaşayalım. “Allah’ın en çok sevdiği amel, Allah için sevmek ve Allah için buğz etmektir. Allah’ın en sevdiği amel aç olan bir muhtaca yemek yedirmek veya onun bir borcunu ödemek ya da onun bir sıkıntısını gidermektir. Farzları yerine getirdikten sonra, Allah’ın en çok sevdiği amel bir Müslüman’ı sevindirmektir. Gizli halde de açık halde de Allah’tan korkmak, öfke halinde de rıza halinde de adaletli olmak, fakirlikte de zenginlikte de iktisatlı olmak, susma halinin tefekkür olması, konuşma halinin zikir olması, bakışın ibret olmasını ve sürekli marufu (doğru ve güzel olanı) emretmek.”