İslâm ile demokrasi kıyaslanamaz! Köklerimize döndükçe Türk korkusu artıyor. Bize hiçbir harici ideolojik baskı veya propaganda, kalıcı ve parçalayıcı zararlar veremez. İçten yakalayabilecekleri hassasiyet noktaları bulurlarsa, istismar kancalarını o yumuşak dokulara saplayabilirlerse için rengi değişebilir. İnsanı ve onun dünyasını bozup kirleten bir medeniyetin amacı yoktur. Sadece putları vardır. Nefs putu, para putu, şehvet putu, gösteriş putu gibi. Hakiki iman da bütün putları yıkmakla başlar. Sadece görünen müşahhas (somut) putları değil. Kafadaki (zihindeki) gönül dünyasındaki (içindeki) İslam, irade sahibi kılınan ve sonucuna katlanmak şartıyla isterse yanlış, kötü şeyleri de tercih edebilen insanın, inanç ve hayat tarzında sadece Allah’a teslim olup, hayatını Allah’ın belirlediği ilke ve şartlara göre sürdürmesi olarak anlam kazanmaktadır. İslam’ın anlam dairesi dikkate alındığında insanla ilgili bütün meseleler çözülür. Yeter ki uygulansın, hayatımıza yön versin. ‘Su-i misal emsal olmaz’ (Kötü örneğin örnek olmayacağı unutulup İslâm ülkeleri örneği verilmesin!)
En korktuğum şeylerden biri, mahiyetleri itibarıyla birbirinden ayrı düşünülmesi gereken İslâm ve demokrasinin birbiriyle karşılaştırılması, kıyaslanması, üst üste getirilerek çakıştırılması ya da karşı karşıya getirilerek çatıştırılmasıdır. Bir kere İslâm bütüncül bir inanç sistemidir ve kaynağı ilahidir. İslâmi bilgi sistemi, meşruiyetini vahiyden alır. Demokrasi ise en yaygın ve makul tanımları dikkate alırsak bir siyasal rejim, bir yönetme tarzı ve üslubudur. Dolayısıyla kaynağı açısından beşeri, dünyevi ve değişkendir. En öncelikli, yaygın ve kabul görmüş ilkeleri “hukukun üstünlüğü” ve “temel hak ve özgürlükler”dir. Bu insani değerleri öncelemeyen ve garantiye almayan bir sistemin adı demokrasi olamaz. Bu ilkeler bazında demokrasiyi İslâm’ın hasmı ya da karşıtı sanmak elbette bu ikisini de bilmemek demektir. Bunun karşısında bir din olan ve kaynağı ilahi olan İslâm’la bir yöntem olan ve kaynağı beşeri olan demokrasiyi birbiriyle örtüştürmek, aynı saymak ya da birbirinin yerini tutan şeyler sanmak yanlıştır. Demokrasinin “hukukun üstünlüğü”, “insanın temel hak ve özgürlükleri” gibi hedefleri, İslâm’ın da toplumsal hedefleri arasında yer almaktadır. İslâm ile demokrasi kıyaslanamaz!
Bütün hükümleriyle dünyaya sıkıca bağlanan insan, dünya döndükçe değişmeye mahkûm ölçüler içinde, her yeni sabaha bir başka buhranın rüyasında gözlerini açtı. İnsan hakkında yanlış bir hükümle yola çıkan düşünce, onu ikiye böldü ve mutluluğunu yalnız dünya nimetlerine bağladı. Bir büyük değişmezden rengini alamayan insan, kendi başarılarına rengini veremedi. Teknoloji insan için, ona dünya nimetlerini vermek için olacakken, insan teknik için ve onun bir unsuru olmaya yüz tuttu. Şimdi insanlar bilgisayarın, internetin dünya nimetlerinin hizmetindedir. Köklerimize döndükçe Türk korkusu artıyor.
“Siz de Allah’ın ortaya koyduğu tabiî renklere boyanın, insan yaratılışına uygun, İslâmî ilkeleri ve değerler manzumesini hayata geçirin. Allah’tan başka kim, insan fıtratına uygun en güzel boyayı, insan tabiatına en uygun değerleri ortaya koyabilir? Biz daima, yalnız O’nu ilâh tanıyor, candan Müslümanlar olarak O’na bağlanıyor, saygıyla O’na kulluk ve ibadet ediyoruz.” (2 Bakara 138) Yanlışlar savunulmaz, yanlış örnekler de dayatılmaz.
Peygamberlere indirildiği veya verildiği bildirilen ilâhî gerçeklerin aslı ve özü hak dindir; yani Allah’ın varlığına ve birliğine inanmak, O’nu rab tanıyıp (biçimi devirden devire değişse de) O’na kulluk etmek, adalet, doğruluk vb. Evrensel ahlâk ilkelerine riayet etmek, âhiret gününe, o günde herkesin inançlarından ve yaptıklarından hesaba çekileceğine inanmak gibi öğretileriyle, ilk peygamberden sonuncusuna kadar değişmeyen dindir. Kur’an-ı Kerim’e dindarlığa ulaşılamaz; gerçek iman öyle boyalı suya girip çıkmakla kazanılamaz. Gerçek iman, Allah’ın boyasıyla boyanarak, Allah’ın, yaratılışta insanın temiz fıtratına aşıladığı hak dinle bezenerek kazanılır. Allah’ın insanlığa verdiği böyle bir din ile boyanıp bezenmekten, böyle bir fıtratla donanmış olmaktan daha güzel bir şey de yoktur; yetin ifadesine göre Müslümana yakışan da kendisine ve genel olarak insanlığa bu güzellikleri bahşetmiş olan Allah’a, lâyık olduğu şekilde kulluk etmektir; bu kulluğunu bir şükran ifadesi olarak dile getirmektir. Bu şekilde inanıp kulluk eden insan Allah’ın hak dini ile veya tevhid inancına yatkın olan fıtrat boyasıyla boyanmış olup bundan güzel bir arınma ve bezenme de yoktur. Dinimizin sâbiteleri ile değişkenlerini karıştırmamak, bilmek ve uygulamak lazım.
Tekniğin, Avrupa’dan insanlığa sunduğu yeni dünya, nice imkanlarını insanoğlunun önüne sermişken, asrımızın insanı kendi değerlerine/kutsallarına bağlı bir hayat yaşamıyor. ‘İnandığı gibi yaşamayanlar, yaşadıkları gibi inanmaya başlarlar’ sözüyle hareket eder hale geldiler/getirildiler. Mü’min kimliğine aidiyeti unuttular/unutturdular. Sonuçta, insan, belli ki bir buhran geçiriyor. Bu krizi gören bir pencere de, asrımızın süratidir. Dünyamız, 19. asırdan bu yana, insanı da içine alan ve onun hayalini zorlayan bir hızla değişmelere sahne oldu. Bu değişim ‘biz kalarak değişmek, değişirken biz kalmak’ meselesiydi. Teknik buluşlar her gün yepyeni imkanlar peşinde koşar, yer yüzünün çehresi her geçen gün biraz daha değişirken, haber-yayın-ulaştırma araçlarının sürati insanı birdenbire bütün dünya ile yüz yüze getirdi. İnsan şaşırdı; gelişmeler, bir yandan da tutunabileceği dalları kırıp dökmüştü; tutunamadı. İnsan, varlığı yorumlamak ve kendisine bir dünya kurmak zorundadır. Yorumlayabildiğimiz ölçüde varlıkla iç içe, aksi halde ona yabancıyızdır. Bu son yüz yılı dolduran değişmeleri, insan gereği gibi yorumlayamadı ve onlara yön verip, renklendirmekte aciz kaldı. İnsan, bu değişim furyasında tutunabilmek, bu sürat içinde boşluğa savrulmamak için, dünyaya bu kadar yaslanmamak, bir başka dayanak bulmak zorunda idi. Yalnız dünyayı bilen, dünyaya sımsıkı sarılıp, varlığını maddede çözümlemeye kalkan insan, elbette maddenin değişmesi ile değişmeye mahkûm olacaktı.
“Doğruların, iyilerin, faydalının, güzelin ortak paydası İslam’dır” cümlesini unutmayalım. Yanlışın, kötünün, zararlının, çirkinin (topyekün “menfi”nin) ortak paydasının ‘inkâr, dalâlet, gaflet’ olduğunu da.