XI. Asırda İslâm dünyasında, içten içe yayılan, gittikçe genişleyen bir kriz hüküm sürmekteydi. Şii anlayışa sahip olan Büveyhî'ler, İslâm coğrafyasının hemen her alanında faaliyet gösteriyorlar, gizli-açık, çeşitli baskı ve sindirme taktiklerini de kullanarak, Müslümanlar üzerinde rahatsızlık oluşturuyorlardı.
Abbasî halifeleri bunlara söz geçiremez olmuş, Mısır Fatımî yöneticileri, hilâfet makamına dahi göz dikmişlerdi. Şiiler; Irak, Mısır ve İran'ın bir çok mıntıkasına egemen olmuş, propaganda çalışmalarını, örgütsel faaliyetlerini arttırma cihetine gitmişlerdi. Kurdukları yer altı şebekeleri, onların etkin olmasını, sağlayabiliyordu. Bunlara karşı koyabilecek güç; Selçuklu devleti, Selçuklu devletinin birer parçası sayılabilecek olan Türk beylikleri, Artukîler, Eyyûbiler vb. gözüküyordu.
'Selçuklu devleti hükümdarı olan Alparslan'ın ve onun H.465/M.1072 senesinde ölümünden sonra yerine geçen Melikşah'ın vezirliğini yapan Nizâm'ül-Mülk; kurdurduğu medreseler-le, bozgun yaratan akımlara karşı, sistematik bir mücadele içine girmiştir. Başta Bağdat, Merv, Basra, Belh, Herat, Isfahan, Nişabur, Taberistan ve Musul gibi dünyanın muhtelif yerlerinde, nifak çıkaran “batınî” anlayışı imha etmek gayesiyle, tesis ettiği bu medreselere, çağının en seçkin bilginlerini tayin etmiştir. Kendisi de Şafii mezhebine bağlı olan Nizâmü'l-Mülk, Şafii ve Eş'arî âlimlerine öncelik vermiştir.'(1)
Nizâmü'l-Mülk; sözünü ettiğimiz bu medreseleri vücûda getirirken, bir takım dinî endişelerle hareket ediyor, titiz ve proğramlı çalışıyordu. Zira Şii-Fatımî'ler; “Dâr'ül-İlm” denilen bir takım müesseseler oluşturmuşlar, bu kurumlar vasıtasıyla şii propagandası yapıyorlardı. İşte şarkta da benzer özellikte sünnî bir kurum olan “medrese” oluşturularak, sünnîliğin bilimsel yöntemlerle savunulmasına ve yaygınlaştırılmasına zemin hazırlandı. Çünkü buralarda, artık mücadele için gerekli olan kadrolar, yetiştirilebiliyordu. Selçuklular; medreseler sayesinde, Şii-Fatımîler yönetiminde, uygulama alanı bulan ehl-i sünnet aleyhtarı çalışmalara, İslâm dünyasında mukavemet sağladı.
Büyük Selçuklu devleti'nin bu akıllıca planı, kısa sürede yaygınlık kazandı. Açılan bu çığıra kısa sürede adapte olan İslam dünyasındaki emîrler, vezirler, hatunlar, beyler medrese açma faaliyetinde, birbirleriyle müsabaka edecek bir hâle gelmişlerdir. Başlangıç olarak “M.1067 yıllarında yapılmaya başlanan bu medreseler; Fatımîlerin kurmuş oldukları teşkilatlara birer alternatif olmayı başarabilmişlerdir.” (2)
Nizâmiye medreselerinde okutulan derslerin ağırlık noktasını naklî ilimler teşkil ediyordu. Bunların içinde; Kur'an, Fıkıh, Hadis, Tefsir, Kelam gibi ilimler en ön sırada gelenlerdi. “…zamanla dünyevî ilimler de; medreselerde yavaş yavaş yerini almaya başladı. Din ilimleri ile yan yana işlevlerini yerine getiriyorlardı.
Bu durum tedrisatta en iyi olan şeydi ve din; en geniş şekliyle, diğer bilimlerin yanı başında okutulmasına izin verecek bir olgunluktaydı.” (3)
Mardin'de egemen olan Artukoğulları, benzeri bir çok irili-ufaklı devlet veya emirliklerde olduğu gibi, Selçukî devlet yapısının bir devamı niteliğindeydi. Askerî teşkilatlardan, yönetim biçimine kadar, iktisât ve eğitim alanlarında bu açık bir şekilde göze çarpıyordu. Onun için Mardin'de kurulan medrese sistemini, okutulan ders müfredâtını, icâzet sistemini onlardan fazla ayırmamak lazımdır. Vakıf oluşturma realitesi de, bu durumdan müstağni değildir. Ancak ilk Mardin Artukî hükümdarı Melik Necmüddin İlgazi, haçlı saldırılarına karşı sık sık savaşmak zorunda kaldığından, devlet teşkilatını istenilen düzeyde sistematize edememiş, dolayısıyla fazlaca büyüyüp, gelişme şansına da sahip olamamıştır.
Onun haçlılara karşı olan mücadelesi, içeride bir takım düzenle-meler yapmasına engel olmamış, zamanında hüküm süren akranı gibi, eğitim-öğretim müesseselerinin kurulmasına öncülük etmiştir. İnşâ ettirdiği “el-Medresetü'n-Necmiyye” Mardin'de, bir ilk olmakla beraber, kendisi ve kendisinden sonraki zamanlarda oluşturulan medrese yapı-lanmasına öncülük eder mahiyettedir.
“Mardin'de inşa edilmiş olan bu medrese, hanefî mezhebini öğretmek amacıyla kurulmuştur.
'en-Necmiyye' diye isimlendirilmesinin nedeni; Mardin sahibi, Eksük oğlu artuk oğlu Melik I. Necmüddin İlgazi tarafından, tesis edilmesindendir. Bu müessesenin ortaya çıkış tarihleri ise; H.500-516/M.1106-1122 tarihleri arasındadır.”(4)
“Tarihsel verilerin bize bildirdiğine göre; Necm(üddin İlgazi) ve kardeşi Sokman, Selçuklu sultanı Tutuş'un önde gelen büyük komutanlarından idiler. Melik Necmüddin; Bağdat'da şıhne olarak görev yaparken, bunun ardından Mardin taraflarında olan Halep, Meyyafârikîn ve Nusaybin'e yayılıp, yönetimi altına aldı.”(5)
Necmüddin İlgazi; “genel olarak insanlara hizmet etsin diye, özenle bir takım müesseseler bina etmeye başladı. Bunlar içinde; mescitler, kervansaray ve tekkeler, türbe, şehitlik ve medreseler bulunuyordu.
İşte bu medreselerden biri de; sözünü ettiğimiz bu medresedir ki, kendi çağında verdiği hizmetlerle, Cezîre bölgesinde geniş bir alanda şöhret bulmuştur. Necmüddin İlgazi 'Necmiyye Medresesi'nin yanına bir de, şehitlik yaptırmıştır. H.516/M.1122 senesinde vefat edince de (netice itibariyle) bu yere gömülmüştür.”(6)
İslâma ve Müslümanlara zarar veren akımlara karşı bu ve benzeri kurumlardan iyi yetişmiş, bilgin denilebilecek seviyede, hitabeti de büyük ölçüde gelişmiş kişilere ihtiyaç vardı. Zengin ve zamanın ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir müfredat bunun için gerekliydi. “Müslümanların bu şekilde medreselerde değişik ilimlerle meşgul olması, bilime bir çağrı niteliği taşıyordu. Durum Artukluların egemen oldukları zaman sürecinde de, sonrasında da hep böyle olmuştu. Okutulan bu ders çeşitlerini, şu şekilde kategorize edebiliriz:
a)- Kur'an, Hadis, Fıkıh, Lugat (söz ilmi), tarih, Coğrafya. Saydığımız tüm bu ilimlere 'İslâmî Âdâb İlimleri' denir.
b)- Arapların ecnebî(yabancı)lerden, kendi dillerine aktardıkları ilimlerdir ki; Tıp, Riyâziyât (Matematik), ve Tabiiyyât (Doğa Bilimleri) buna örnek olarak verilebilir.
c)- Cahiliye döneminde rağbette olup; durumunu İslâmiyette de koruyup, sürdüren ilimlerdir. Hitâbet ve şiir bunlardandır.”(7)
Biz Mardin'de, vaktiyle harikulâde hizmetler yapmış, ancak zamanımıza kadar ulaşamamış hatta ismi bile unutulmaya yüz tutmuş, başka bazı medreselerden de söz edeceğiz. Bunlardan biri kaynaklarda “el-Medresetü's-Sedîdiyye” diye geçen, anlaşıldığı kadar adlî bir takım uygulamaların da yapıldığı bir yerdir. “Kadı Sedîdüddîn'in yaptırdığı bir kurum olduğundan, kendi ismiyle anılır olmuştur. Bu medresenin yeri; şehrin tam ortasında, camiin civarındadır. İşlevsel durumu; hanefî mezhebi üzerinde öğrenim görülmesiydi. Kadı Sedîdüddîn diye bilinen kişi, Kadı Mecîdüddîn Davud'un babasıydı.
Kadı Mecîdüddîn Davud, babasının görevinden sonra Mardin'de yargılama işlerini üstlenmişti. Vazifeyi aldığı zaman ise; Artukî meliki Hüsâmüddîn Timurtaş'ın egemen olduğu dönemlerdi. İfade edildiğine göre Mecîdüddîn, H.538/M.1143-44 senesine kadar Mardin'de bu görevi sürdürdü. Sonra da azl edildi. Sedîdiyye Medresesinin yapıldığı tarih ise, hicrî 6'ncı asrın öncesiydi. Yani H.538 senesinden evveldi.”(8)
Elbetteki tüm medreseler Hanefi mezhebi üzerinde eğitim vermiyordu. Zinciriye Medresesi'nde mevcut olan Şafii ve Hanefi mescitleri, bu kurumda iki mezhebin ictihatlarına göre bir tedrisatın yapıldığının açık göstergesidir. Bahsettiğimiz medreselerde, öylesine ciddi öğretim faaliyetleri vardı ki; müderrisler hangi nedenle olursa olsun, talebelerinin başından ayrılamıyorlardı. Örneğin; mesai saatleri içinde cenaze törenlerine bile gitmelerine müsaade edilmiyordu.
O dönemlerde var olan medreselerin fonksiyonları, icra ettikleri görevler açısından şu şekilde özetlenebilir:
1-Adlî, idârî, dinî vs. kurumlarda görevlendirilecek elemanları yetiştirmek,
2-Sapık olarak telakki edilen mezheplere karşı mücadele amacı,
3-Düşünen ve bunu pervasızca söyleyebilen bilgili insanları, ücret vererek denetim altında tutmak,
4-Zeki, yetenekli çocuk ve gençlerin, ziyan olmasını engellemektir.
Sözümüzü bağlarken, Melik Mansûr IV. Necmüddin Gazi zamanında vücuda getirilen bir medreseden daha bahs edelim: Zeytûn Medresesi…
“Bu medrese de; hanefî mezhebi üzerinde eğitim veriyordu. Kaynaklarda binayı yapanın ismiyle, binanın yapılış tarihi açıklığa kavuşmamıştır.
Konu hakkında tüm bilgimiz; bir tarihçi ve İslâm hukukuyla ilgilenen bir fakîh olan, Alemüddin Süleyman bin Zekeriyya el-Molatânî el-Hanefî'nin, Zeytûn Medresesi'nde müderris olup, ders verdiği yönündedir. H.709/M.1309 senesine kadar da, hayatta olduğudur.”(9)
Bu verilen bilgilerden anlaşılan o ki; Zeytûn Medresesi, işaret ettiğimiz tarihte yerinde duruyordu. Binanın yapılışı ise, doğal olarak bu tarihten önceki bir zamana aittir.
------------------------------------
(1) Sübkî, Tacüddîn Ebû Nasr Abdülvehhâb, Tabakâtü'ş-Şâfiiyyeti'l-Kübrâ, C.IV, S.313
(2) İbn-i Hallikân, Ebu'l-Abbas Şemsüddîn Ahmed bin Muhammed, Vefeyâtü'l-A'yân ve Enbâü Ebnâi'z-Zamân, C.II, S.342
(3) Şumeysânî, Medârisü Dımeşk Fi'l-Asri'l-Eyyûbî, S.38
(4) İbn-i Şeddâd, el-İ'lâku'l-Hatîra Fî Zikri Mülûk'iş-Şâm Ve'l-Cezîre, CII-III, S.543
(5) Es-Safedî, el-Vâfî Bi'l-Vefeyât, C.X, S.26
(6) İbn-i Hallikân, Ebu'l-Abbas Şemsüddîn Ahmed bin Muhammed, Vefeyâtü'l-A'yân ve Enbâü Ebnâi'z-Zamân, C.II, S.265
(7) Corcî Zeydân, Târihu't-Temeddün'il İslâmî, C.III, S.43
(8) İbn-i Şeddâd, el-İ'lâku'l-Hatîra Fî Zikri Mülûk'iş-Şâm Ve'l-Cezîre, CII-III, S.543
(9) İbn'ul Fûtî, Kemâlüddîn Ebu'l Fadl Abdi'ir-Rezzâk bin Tâcüddîn Ahmed, Telhîsu Mu'cem'ul-Âdâb Fî Mu'cem'il-Elkâb, C.I-IV, S.584